Resimdeki Çocuk / hikaye

Tayyip ASAR (İstanbul, 2021)

Kudüs, semavi dinlerin kutsal şehri. Süleyman peygamberin yaşadığı heybetli Beyt’ül Makdis. Kudüs’ün doğusunda yer alan, en uzaktaki mescit anlamına gelen müslümanların ilk kıblesi, Mescid-i Aksa. Resulü Zişan Efendimiz’in semavata çıktığı o mübarek şehir. Minel ezel ilel ebed defalarca ele geçirilen, yıkılan, zarar verilen belde.

  Düşünüyordum da seni anlamak için ne yapmalıyım diye. Buldum galiba konuşmalıyım senden olan biriyle. İnterneti açtım ve arama motorunda Filistin’i arattım. İlk gördüğüm şey harabe haline gelmiş binalar ve buna sebep olan bombalar. Sonra gözüme çarptı bir çocuğun duası.  Çocuk, bir anda bana bakıp konuşmaya başladı:

         – Neden bir şey yapmıyorsun? Orada öylece bekleyip duruyorsun. Biz burada acı çekerken hiç mi vicdanın sızlamıyor?

Afallayıp kaldım. Ellerim titremeye ve terlemeye başladı. Çocuk canlanmış bana soru soruyordu. Her ne kadar televizyonda bahsedilse de yakın zamanda hiç düşünmemiştim Kudüs’ü. Hemen önce yarın gideceğim kupa maçı vardı aklımda.  Konuşamıyordum. Ama artık cevap vermem gerekiyordu.

         – Evet, günümüzün genel problemi. Hayattan umudunu kesmiş, kendisine faydası dokunmayan bir topluluğun sana ne faydası olabilir ki?

            ( Yakınarak konuşmaya başladı gözleri yaşlı bir şekilde)

        – Çok mu şey istiyorum ben? Suç mu insanlık, sevgi ve değer beklemek?

    Çocuğun söylediği kavramlar her zaman konuşulan bir o kadar da anlaşılmayan terimlerdi. Kelimelerin öğretildiği anlamlarınınsa anlatılmadığı bu dönemde bir insana değer vermek, ona sevgi beslemek ve gerçekten unvanı için değil de insan olduğundan dolayı saygı göstermek imkânsızlaşmışken,  Dünya’nın öbür ucunda acı çeken insanları anlamak oldukça zor olsa gerek. Ona soru sormak istedim:

Photo by Wendy Wei on Pexels.com

        – Filistin’de savaşın içinde kaybolmuş olan çocuk, kalem  kağıt ister misin? Okula gitmek ister misin?

       – Hayır, annemi babamı isterim. Mutlu bir aile olmak isterim. Kimse ölsün de istemem. Müslümanlığımı yaşamak isterim.

       -Peki dinini yaşayabilirsen mutlu olur musun?

       -Olurum tabi. Ama bazen kendimi tam manasıyla Müslüman gibi hissedemiyorum. Çünkü Müslümanlar kardeştir ve kardeşler ne olursa olsun birbirlerine sahip çıkarlar. Bize niye sahip çıkmıyorsunuz?

   Boğazım düğümlendi. Konuşmak istiyordum ama bunu başaramıyordum. Konudan uzaklaşmak istedim ve ona İnsanlık kavramını anlatmaya başladım.

      – Bilir misin insan olmak ne demek? İnsan olmak; sorumluluklarını bilmek, kendi emelleri uğruna başkalarını aciz bırakmamak, karşıdaki kişiyi anlayarak hareket etmek demektir. Kısaca hakiki bir Müslümanın hayatı demektir. Ama Müslümanlıktan o kadar uzaklaştık ki sonunda bu da oldu. İnsanlıktan iz bile kalmadı.

   O kadar suskundu ki konuşacak mecali kalmadığının farkındaydım. İlk sormuş olduğum soru aklına takılmış olmalı ki cevap verdi bana.

       (Umut edercesine başladı konuşmaya)

     -Peki, siz okursanız, insanlara okutursanız bu insanlık geri döner mi?

    İşte o zaman anladım kendinin okumaya inancının kalmadığını. Hayatta bazen karşımıza çıkan sorunlar o kadar büyük olur ki vazgeçtiğimiz, ilk kendimiz olur.  Kaybettiği umudu geri getirmem gerekiyordu.

       -Elbette döner. Sen sakın umudunu kaybetme. Bencilce kendinden başkasını düşünmeyen Müslümanlar, gün gelecek düzelecekler ve İnsan olmaya başlayacaklar. Burada önemli olan senin, benim ve tüm insanlığın umudunu kaybetmemesi ve karşımıza çıkan zorluklara rağmen daha fazla okumaya çalışmasıdır. Sadece okumak da yetmez. Okuduğumuzu anladıktan sonra sadrımızın süzgecinden geçirip sağlamlaştırmalıyız. Böylece dine hizmet edebilmek için ilk adımı atmış oluruz.

     Yüzündeki buruk ifade ona söylediklerimin etkisinin az olduğunu gösteriyordu. Kendimi çocuğun yerine koymak istedim. Annemi, babamı sevdiklerimi bombalar içinde kaybettiğimi, Kutsal şehrin dumanlar içinde kaldığını tasavvur edince dayanamadım. Sorduğum sorudan utandım. İnsanların yaralarına merhem olacağımıza kanatıyoruz narin vücutlarını.  Ailesinin derdinde olan çocuğun, şimdi okuyamadığı için çektiği acı da eklenmişti hayatına.

Photo by Tima Miroshnichenko on Pexels.com

      -Ben de okumak isterdim.  Başta ailem olmak üzere insanlara fayda sağlamak isterdim. Daha fazla çocuk ölmesin diye elimden gelen her şeyi yapardım. Belki dünyayı bile değiştirebilirdim.

     Etrafı sessizlik sarmıştı. İkimizde susuyor ve halimizle olayın ağırlığını içimizde yaşıyorduk. Daha doğrusu ben anlamaya çalışıyordum. Çünkü yaşanan bir hadisenin travmatik sonuçlarını ancak olayın içinde olan biri bilebilir.  Üstelik ona verecek bir cevabım, tavsiyem de yoktu.  Duygularımı ifade etmeye çalışıyordum ama yetersiz kaldığımın farkındaydım. Sebebi neydi bunun? Çok az okumak mı? Belki de hayatımın parçası değildi artık.  Önceden sabah-akşam şehitlerimizi konuşurduk. Onlar için dua eder yas tutardık. Şimdi sözler dillerde dolaşsa da kalplerde yer etmiyor sanki. Bunun için hepimizin farkındalık kazanması gerekmektedir. İnsanlara seminerler düzenleyerek, denemeler, makaleler yazarak yapabiliriz bunu. Sonra çocuğa tekrardan baktım. Bu sefer o kadar odaklanmıştım ki gözlerindeki masum beyazlığın az olduğunu görünce hemen anladım. Dışarının yansımasının koyuluğunu.

         -Ey umudu çalınmış olan çocuk sizin orası çok mu karanlık?

         -Evet, dumandan insanların birbirini göremediği hava da dumana neden olanların kalpleri de çok karanlık

         -O zaman şu ayeti kerimeyi unutma!!! Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır.

     Çocuk, biraz rahatlar gibi oldu. Bir şeyler ifade edebildiğim için mutluydum. Ama uzun sürmedi. Tekrardan üzgün bir hale büründü ve gözlerini kapattı. Sanırsam artık hayal bile kuramıyordu.

           (Kendisini zorlayarak)

          – Yedi yaşındaki kardeşim, dokuz yaşındaki abim öldü. Ben de kurtulmak istiyorum bu zulümden. Dua istiyorum ben sizden.  Nerede bu leşkeri dua ordusu?

        -Ne yazık ki daha da şuursuzlaşıyor. Herkes kendi köşesine çekilmiş, olan biteni göz ucuyla takip ediyor. Kalbinden kısa bir süre dua edip unutuyor ve hayatına devam ediyor. Dualarımızda katmaz olduk mazlumların geleceğini, zamanı gelince her hücresi diken diken olan bu millete ne oldu? Doğu Türkistan’ı görmez oldu. Orada eziyet görenler, yalnızlığa mahkûm edildi. Olanların hesabını zulmedenler kadar sessiz kalıp kabuğuna çekilenler de verecektir.

      Konuşmam bittikten sonra çocuk daha da üzüldü. Onun yüreği o kadar genişti ki Doğu Türkistan’daki kardeşlerimize de dua etti. Hatta bizden daha iyi etti. Ne demişler; Ateş düştüğü yeri yakar. Uzun bir süre çocukla suskun bir halde bakıştık. O kadar dalmışız ki arkadaşım, kolumu çimdikledi ve irkilip kendime geldim. Kudüs’ü araştırmaya devam edip bazı sonuçlar elde ettim. 

  Öğrendim ki, 1969 yılında yangın çıkarmışlar o güzel kıble camisinde, işgalciler gece uyuyamamış sabahleyin Müslümanlar adaleti haykırır diye. Bakmışlar ki ne gazetede yazılmış ne de haberlerde var.  İşte o zaman anlamışlar Müslümanlar gerçekten uyuyor.

  Sonra başka bir haber gördüm. Bir marangoz, henüz Kudüs Müslüman topraklarına katılmamışken daha önce görülmemiş güzellikte bir minber yapıyor. Her ne kadar insanlar, ‘Bunu niye yaptın? Kudüs Müslümanların elinde değil ki!’ deseler de marangoz şöyle cevap veriyor: ‘Biri çıkar Kudüs’ü fetheder bu minberi de oraya koyar. Ben marangozum, benim elimden bu geliyor. Kimin elinden ne gelirse onu yapmalı ’ diyor.

  Bu haberden sonra kendime şunu sordum: “Ben zaten dua ediyorum deyip sıyrılmaya mı çalışacağım yoksa gerçekten anlamaya mı?

      Tazim’ül Kıbleteyn’den olan Mescid-i Aksa hala İslam’ın onu kucaklamasını bekliyor ve Müslümanlara selam söylüyor. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyor. Rüzgârlar gözyaşlarını silemiyorken şimdi de dumanlar o damlaları kirletiyor. Araştırmam bitmişti artık. Sonra kapattım tarayıcıyı ve rahat yatağıma uzandım. Unutamıyordum çocuğun o bakışını. Bir sağa dönüyordum bir sola. Gözlerimi kapattım. Yorulana kadar uyumaya çalıştıktan sonra sızmışım. Sabah kalktım ve işe gitmek için otobüse bindim. Aynı sessizlik ve aynı kabullenmişlikle…