Adnan FARUK (Hatay, 2021)
Bugün toprak birine daha kucak açtı. Haldun Bey’in onca elin arasından sıyrılıp bir anda toprağa gömüldüğünü görünce bunun şefkat dolu bir sarılma mı yoksa dehşetli bir kapana kısılma mı olduğunu anlamak pek mümkün değildi. İştahlı bir kavrayışa benzetilebilirdi belki. Tabi biraz da ihtiras ve şehvet kırıntıları var gibi. Çünkü en çok bu duygularla hiç bırakmayacakmış gibi sarılıyoruz bir şeylere. Yine de ‘bırakmayacakmış gibi’nin bile bir sonu var. Ama toprak öyle değil. Kollarının arasına aldıklarını asla geri vermiyor. Babamdan öğrendim bunu.
Dokuz yaşında onu toprağın kucağına teslim ettiğimizde ölümün dört harfli basit bir kelimeden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Her zamanki gemi seferlerine nasıl uğurladıysak o gün de öyle uğurlamıştık onu. Ama hala dönmedi seferinden. Ancak liseye başladığımda onu beklemeyi bırakmıştım.
Bugün de eski dostum Bünyamin’in babasını toprağa verirken aynı hisler tekrar gün yüzüne çıktı. Öldürüp gömdüğümü sandığım cevapsız sorularım kendi içimdeki toprağın kollarından kurtuluyordu. Üstelik havadaki kapalılık ve boğukluk bunu daha da hızlandırıyordu.
Mezarlık bir hayli kalabalıktı. Erkek güruhu mezar başında definle uğraşırken kadınlar biraz geride omuz-baş ağlıyorlardı. Benim gibi cenaze sahiplerine pek yakın olmayanlar da taziye çelenkleri gibi daha uzakta durmuş defni seyrediyordu.
Her şeyi rahat görebilmek için bir kabrin mermerine çıkmıştım çünkü böylesine hayret dolu bir olayı anlamlandırabilmek, hayati bir öneme sahipti ve her saniyesini izlemem gerekiyordu. Sorularımın açlığını çektiği cevapları bulabilmesi için.

İçten içe arkadaşıma üzülsem de “insan-ölüm-toprak” üçgenindeki sır, hayret ve sorgulama güdülerimin daha ağır basmasına neden oluyordu. Kafamdaki bu gidip gelmelerin arasında imamın Kur’an okuyuşu ve kadınların bastırmaya çalıştıkları ağlamaları yükseliyordu. O esnada düşüncelerimden sıyrılmama neden olan bir ses işittim:
“Merhaba Araf Bey, nasılsınız?”
Sesteki yumuşak ton ve duygularını saklayan sakinlik tanıdık geliyordu fakat sesin sahibini ancak kafamı çevirince tanıyabildim. O da tıpkı benim gibi mezarın kenarına çıkmıştı ve baştan aşağı siyahlar içindeydi. Onun bu halini görünce biraz garipsemiştim çünkü abiye elbisesindeki sadelikle yaşını gizleyen boyalı yüz arasındaki tezatlık, pek de matem havasında olduğunu göstermiyordu. Gerçi onu çok fazla tanımıyordum. Ortak arkadaşımız Bünyamin vesilesiyle birkaç kez bir araya gelmiştik sadece. Yine de bende bıraktığı izlenim duygusallıktan uzaktı. Kafamı ona çevirmiş olsam da hala sorgulayan ruh halimden çıkamamıştım. Bu yüzden selamına donuk bir ifadeyle karşılık verdim:
“Merhaba Nefise Hanım, iyiyim. Sizler nasılsınız?”
“Ah ben de iyiyim Araf Beyciğim, çok teşekkür ederim.”
Ellerimi göğsümde kavuşturmuş bir halde tekrar defnin olduğu yöne kafamı çevirdim. Nefise Hanım da aynı hareketi yapıp defni izlerken konuşmasına devam etti:
“Ne duygu dolu bir an değil mi? Gerçi merhumu tanımazdım ama Bünyamin’i severim. Üzüldüm onun adına.”
Biraz yapay bir duygu tonlaması yaptığı çok açıktı ama zaten Nefise Hanım’ın niyetini gizleme gibi bir çabası yoktu.
“Evet, ben de üzüldüm. Onu hiç bu kadar bitkin görmemiştim. Bilirsiniz, enerji dolu biridir. Gerek iş hayatında gerekse ilişkilerinde.”
Benim konuşmamda gerçekten bir yorgunluk vardı. Bunda düşünce yoğunluğumun da payı olduğu aşikâr fakat Bünyamin için sahiden üzülüyordum. Nefise hanım ise cenaze değil de bir düğün merasimine gelmiş gibi heyecanlı ve enerji dolu konuşuyordu. Şapkasından sarkan tülün var olma sebebi buydu demek ki.
Konuşmaya pek istekli değildim ama o aynı enerjiyle muhabbeti sürdürme niyetindeydi:
“Ah bilmez miyim hiç? Bünyamin’i böyle görmeye ben de alışık değilim.”
Sonra bir anlığına durdu ve bana baktı. Ben defni izlemeye devam etsem de onun bana baktığını sezmiştim:
“Buradaki herkes çok üzgün ya da benim gibi ayıp olmasın diye öyle gözükmeye çalışıyor. Ama Araf Bey, sizin üzüntünüzün yüzünüze yansıması herkesinkinden daha bir farklı gibi.”
Nefise Hanım’ın bu sözü konuşmanın başından beri ilk kez dikkatimi ona vermemi sağlamıştı. Kaşlarımı hafif çatıp anlam arayan bir edayla sordum:
“Nasıl yani? Neyi kastettiğinizi tam anlayamadım Nefise Hanım.”
“Yani şunu demeye çalışıyorum, üzüntünüzün altında yaşadığınız daha yoğun hisler var sanki. Üzülmenizi gölgede bırakan hisler.”
Duygularımı pek saklayamayan biri olduğumdan buna şaşırmamıştım. Hem bu sayede Nefise Hanım’ın neden yanımda olduğunu da anlamış oldum:
“Demek sizi yanıma çeken buydu Nefise Hanım. Pek şaşırmadım doğrusu.”
“Finansal analizde iyi olduğum kadar psikolojik analizde de iyiyimdir Araf Bey. Jest ve mimikler özel ilgi alanım. İnsanların karşısındakine mimikleriyle 25.000’den fazla mesaj iletebildiğini biliyor muydunuz?”
“İnsanları gözetlemeyi seviyorum desenize şuna!”
Biraz şaşkın ve darılmış bir ifadeyle sözü devraldı:
“Aşk olsun Araf Bey! Gözlem yapmanın nesi kötü. Hem biz “aydın (!)” sınıfıyız. Topluma doğru yön verebilmek bizim görevimiz. Bunun için de iyi gözlem yapmak gerekir. Ayrıca bu agresif tavrınızın asıl sebebi konuyu saptırmak istemeniz. Çünkü duygularınızı birisine anlatmayı bırakın onlarla yüzleşemiyorsunuz bile.”
Nefise Hanım’ı birazcık kızdırdığımın farkındaydım ama onun “lady” tavrı bana cesaret veriyordu:
“İşte bir başka gözlem daha.”
Hanımefendiliğinden vazgeçmese de hiç altta kalır tarafı yoktu:
“Şunu kabul edelim bir kere Araf Bey, ikimiz de bu cenaze ortamına ait değiliz. Ben sırf insanları gözlemlemek, onlardan kendime psikolojik ve felsefi dersler çıkarmak için buradayım. Sizin burada bulunma amacınız, küstahça tavrıma göre oldukça masumane gözüküyor. Tabi bu sadece görünen tarafı öyle değil mi?”
Sorusunu yanıtlamak için bir müddet bekledim. O esnada imamın dua sesi gelmeye başlamıştı. Elimi açıp duaya iştirak ettim. Nefise Hanım, böyle şeylerle pek alakası olmadığı için beni taklit etmekten başka bir şey yapmamıştı:
“Taksiratını hasenata tebdil eyle Ya Rabbi! Âmin…”
Duaya âmin derken sorusunun cevabını vermek için konuşmaya başladım. O da zaten gözünü benden ayırmadan ağzımdan çıkacak her bir kelimeyi bekliyordu:
“Öncelikle gerçekten eski dostumu yalnız bırakmamak için buradayım. İkinci olarak sizinle yıldızım pek barışmasa da hakkınızı yiyemeyeceğim. Doğru noktaya parmak bastınız.”
Kendimi ele vermiş olmanın sıcaklığı yayılıyordu yüzüme. İçimden geçenler ya da dıştan göründüğüm gibi hissetmediğim anlaşıldığında böyle oluyordum. Bu yüzden hiç üstelemeyip Nefise Hanım’ın tespitini kabul etmiştim. O da buna pek meraklı olduğundan, “E, anlatın da öğrenelim öyleyse.” deyip beni derin bir sohbetin içine çekmeyi başardı. Ona dönük olan yüzümü mezarın olduğu tarafa çevirip içimden geçenleri anlatmaya başladım:
“Hayatı her zaman garip bulmuşumdur Nefise Hanım, ölümle tanıştığım ilk günden beri. Bir kere ölümün kendisi algılanması zor bir olgu zaten. Böylesi öngörülemez bir gerçeğin varlığı, hayatı garip kılmıyor mu sizce de? En nihayetinde biteceğini bildiğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Bu da pek çok soruyu beraberinde getiriyor, pek çok ‘niçin’leri.”
Nefise Hanım, beni konuşturmayı başarmanın büyüsüyle kitlenmiş bir şekilde dinliyordu ve devam edeyim diye de soru soruyordu:
“Ne gibi mesela?”
O sordukça ben de biraz daha açılıyor ve mağrur bir ifadeyle anlatıyordum:
“Sorularımı genelde saklı tutmayı tercih ederim ama zaten sorulardan daha önemli olan şey, o sorulara sebep olan olaylar zinciri. Haldun Bey’in cenazesine bakın mesela. Toprağın onu pençe pençe sarması hem ürkütücü hem de şaşırtıcı. Toprak sanki canlı gibi. Büyük bir açlıkla ve iştahla sarılıyor ölülere. Ama söylediğime dikkat edin, “ölülere” dedim. Yalnızca ölmüş kişilere yapıyor bunu. Toprağın altında bilemediğimiz başka bir dünya varmış da ölenler orada vakıf olamadığımız yeni bir hayat yaşıyorlar sanki. Bir an için düşünün. İçinde iki dünya barındıran bir gezegen. Ve bu dünyalar arasında tek yönlü bir geçiş var. Ecel bileti olanların geçebildiği ve geri dönüşün olmadığı, ölüm geçidinden geçilen bir toprak altı dünyası. Sizce de bu garip değil mi?”
Nefise Hanım’ın sohbetin yoğunluğundan keyif aldığı belliydi ama bana pek katılmıyordu. Anlattıklarımı çok hızlı tahlil etmiş olmalı ki hemen söze girişti. Bu esnada dua da devam ediyordu:
“Kabir azabından muhafaza eyle Ya Rabbi! Âmin…”

“Böyle söyleyince kulağa garip geliyor biraz ama bunun ne önemi var ki Allah aşkına? Bence ölüme biraz fazla takılıyorsunuz. Ölümün olduğu muhakkak, inkâr ettiğimiz yok. Ama bu, hayatı garip değil değerli kılıyor bence. Yaşayabileceğimiz sadece bir hayatımız var. Bunu da ölümü düşünerek bayatlaştırmaya gerek var mı? Hayatın değerli ve güzel taraflarına odaklanın. Bu yükü ağır fikirleriniz, yüzünüze bir enkaz gibi yansımış resmen. Rahatlayın biraz canım. Anın tadını çıkarın.”
Ardından keyif dolu minik bir kahkaha attı. Dua esnasında aminlerin arasından yükselen bu ses, birkaç kişinin bize dönüp işaret parmaklarıyla ‘sus’ hareketi yapmasına sebep oldu. Çatık kaşlar dikkatini bizden uzaklaştırdığında Nefise Hanım’ın görüşüne hemen tepkimi koydum:
“Cenazede anın tadı en güzel bu fikirlerle çıkar Nefise Hanım. Ölümün sorgulatması ve aydınlatmasıyla. Mesele ölüme takılıp kalmak değil. Asıl noktayı kaçırıyorsunuz. Ölümü kabul etmeyenimiz yok elbet. Ancak ölümden sonrası için hiç kaygılanmıyor musunuz? Nasıl bir ‘toprak altı’ yaşamına sahip olacağınız sizi düşündürmüyor mu?”
Nefise Hanım’ın yüzünde kendinden emin bir gülümseme belirdi. Elini çenesine koyup gözlerini yukarı kaldırdı:
“Bir düşüneyim… Hayır, sanırım öyle bir telaşım yok. Belki inanç farklılığımızdan kaynaklanıyor olabilir. Tv’deki ‘hoca’ diye geçinen medyatik konuşmacılar midemi bulandırıyor. O yüzden kimsenin anlattığına inanmıyorum. Doğrusu ne, onu da bilmiyorum. Bilmiyor oluşumun da hayatımı zevksizleştirmesine izin vermiyorum. Ama şöyle bir düşününce, öldüğümüz zaman sanki tatlı ve uzun bir uykuya dalacakmışız gibi geliyor.”
Dua devam ettikçe ‘âmin’ sesleri de daha gür çıkıyordu:
“Ölüm bizi uyandırmadan sen bizi uyandır Ya Rabbi! Âmin…”
Amin dedikten sonra daha kısık bir sesle konuştum:
“Onlara ben de inanmıyorum. Ayrıca pek de muhafazakâr sayılmam. Ama yine de yaratıcımı çok seviyorum. Onun bana sunduğu bunca güzelliğin farkında olmak, şükür duygumu hep diri tutuyor. Zaten bir şeye inanıyor olmanın işaretidir farkındalık hali. Onun bilincinde ve şuurunda olmak. İşte tüm kaygılarımın sebebi bu bilinç duygusu. Ölümden sonraki yaşam, ödül ve ceza. Buna olan inancım, “acaba orada nasıl bir hayat süreceğim?” sorusunu aklımdan hiç çıkarmıyor.”
“Cehennem azabından koru, cennetinle müşerref kıl Ya Rabbi! Amin…”
Sözlerim teslimiyet ve hicap yüklüydü. Duanın tesiriyle tüylerim de diken dikendi. Ölüm etrafımda olduğunda O’na daha yakın hissederdim kendimi. Dünya meşgalesinde ne ölümü hatırlıyoruz ne de ölümü var edeni. Hep ölümü görünce geliyor aklımıza O’nun varlığı ve omuzlarımıza yüklediği sorumluluğu.

Haldun Bey’in cenazesinde de hayatın kıymetini, bu kıymetle beraber getirdiği sorumluluğu hatırlıyordum yeniden. Bu da beni sorularımın girdabına daha çok çekiyordu. Bu girdaba yine elini uzatan Nefise Hanım’ın sözleri oldu:
“Ooo…Araf Bey, siz baya derinlerde yüzüyorsunuz. Ben o kadar yüzme bilmiyorum şahsen. Daha sığ yerlerde suyun keyfini çıkarıyorum. Ama yine de takdirimi kazandınız doğrusu. Bu kadar beyefendi oluşunuzun sebebi titiz düşünmeniz demek. Herkes sizin gibi düşünse dünyada hangi kötülük kalır ki? Ama neticede bu imtihan dünyası…”
Cenaze merasimi bitmiş, kalabalık dağılmaya başlamıştı. Herkes taziye için yavaş yavaş çıkışa, Bünyamin ve ailesinin yanına doğru gidiyordu. Ben mezar taşından inip Nefise Hanım’ın da inmesine yardım ettim ve çıkışa yürümeye başladık. Bünyamin’e iyi dileklerde bulunduktan sonra mezarlığın dışına doğru gidiyorduk:
“Evet öyle Nefise Hanım. Bu derin suların kaynağı da bir imtihanın içinde olmak zaten. Çok zor bir imtihan. Kim böyle bir imtihanın… Neyse, boş verin. Sizi dumanlı fikirlerimle iyice boğdum. Kusura bakmayın.”
Nefise Hanım kolumdan tutup beni durdu:
“Ne kusuru Araf Bey. Düşüncelerin limanı olmak biz “aydınların” sorumluluğu ne de olsa. Ama siz yine de o kadar derinlerde olmayın, ayağınızın yere değdiği yerlerde yüzün. Bir öyle bir böyle düşünüyorsunuz. Boş verin bu kadar düşünmeyi. Siz O’nu sevmeye devam edin ve toprak sizi kucaklamadan hayatınızın kıymetini bilin. Doğru bir amaç için yaşayın.”
Elini omzuma koyup devam etti:
“Ay böyle aydın biriyle konuşmayı baya özlemişim yahu. Tekrar yapalım bunu mutlaka, olur mu? Neyse, benim yetişmem gereken bir yer var Araf Bey. Kendinize çok iyi bakın. Yine görüşelim mutlaka. Arafta kalmayın sakın.”

Göz kırptı ve arkasını dönüp arabasına doğru gitti.
Beni iki arada bırakarak…
Sorularımı harlayarak…
Ama bu seferliğine de olsa fikir dalgalarımı bir kenara bırakıp ölümün ardında bıraktığı hayatın güzelliğini fark etmek için kendimi zorladım. Nefes almanın hazzına vardım. Derin bir nefes çektim içime. Haldun Bey’i selamlamak için mezarına da son kez baktım. O, toprağın kucağında yatarken aklımdakileri kurutan yüce kelimeler dökülüverdi ağzımdan:
“İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un.” (Biz şüphesiz O’na aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz. / Bakara Suresi, 156. Ayet-i Kerime)
Kesinlikle…
BeğenLiked by 1 kişi