Tayyip ASAR (Aralık, 2021)
Elindeki ceketini yerde bir saban gibi sürüyordu. Kirlenmesi umurunda olmadan. Sanki her şey temizmiş de bir o kaldı diyordu içinden. Çektiği acılar o kadar ağırdı ki omuzları çökmüştü. Dünya ile dertlenenin dünya kadar derdi olur demişler. Bu söz, onun misaliydi. Sahil kasabasında yaşayan , hayalleri yarıda kalmış yorgun kılıklı bir adamdı. Kıyı boyunca yürürken düğmeleri eskimiş ceketinden ayırmıyordu gözlerini. Eğer bir saniye için bile olsa gözlerini o güzel, masmavi denize çevirse çektiği acıları unutacağından korkuyordu. Evet, korkuyordu. Sanki bütün yaşanmışlığı, tecrübesi, hataları hatta duyguları kaçıp gidecek gibiydi. Uzaktan bakanlar, bu adam için “ne sessiz adam, cahil, bakın şuna bir hiç!!!” derdi. Bilmezlerdi ki içinde volkanlar patlıyor, depremler, zelzeleler çıkıyor, Ruhunun bir köşesi yanıyordu. Bu Dünya’nın alçak olduğundan şüphesi yoktu. Adalet, eşitlik, din ve insan hakları satılıyordu her yerde. Hatta ilk satışı tapınaklarda cenneti satarak yapmışlardı. İnsanı değersiz hissettirip bir avuç verdikleri ile bir köpek gibi beslemişlerdi. Ama içindeki nefret; dine değildi. Aksine o yüceydi. Kusursuzdu. Nefreti, onları satanlaraydı. Sömürgecilik, zamanla farklı türlerde dünyayı sarsa da en adi olanıydı duygu sömürgeciliği.
Ceketin düğmeleri sökülmüş düşmek üzereydi. Artık zamanı gelmişti de geçiyordu. Belki de harekete geçmesi için son fırsattı bu. Tereddüt içinde cesaretini topladı ve düşündüğü şeyden emin bir şekilde kaşlarını çattı. Gözlerini kaldırdı ve ufuktaki kızıllık ile masmavi denizin pelesenk olması karşısında hayranlıkla bakakaldı. Ama inat etmişti. Unutmayacaktı acılarını. Duyguların sadece mutluluktan ibaret olmadığını. Terlemeye başladı. Korkuyordu. Çünkü her şey mükemmeldi. Korkutucu güzellik bu olmalıydı. Hemen gözlerini kapattı. Ceketini yer çekimine emanet ederek ellerini göz kapakçıklarının üzerine getirdi. Belki utanıyordu kendinden. Karanlıkta kendine bir köşe seçmiş, eşyaların arasına saklanıp ortalıkta dolaşan canavar, hayalet veya bir katilin gölgesini izleyen çocuk gibi. Göz yaşlarını saklıyordu belki. Lens takanların yaşadığı gibi. Burunları aktığından hasta zannederlerdi. Halbuki göz yaşlarıydı onlar. Direnmeye çalışıyordu. Mesele, aslında bunun bir yolunun olup olmadığını bulmaktı. O yüzden kendisini bir denek gibi feda etmişti. Çünkü sıkıntının bereketinden daha etkili bir şey yoktu. Ani kararlarla dolu hayatın geride bıraktığı kaybedenler ve kazananlardı. Bir kısım daha vardı. Bilinmeyen, daha keşfedilmemiş ya da unutulmuş. Onlar için kazanıp kaybetmek bir şey ifade etmiyordu. Onlar sadece doğruyu yapanlardı. Keşfedilmemiş olan bu şey; bir duygu, kavram, davranış biçimi, ahiret inancı veya temiz bir zihniyet olabilir. İşte bu adam, cezası ne olursa olsun onun peşindeydi.
Bu yola girmişti artık. Ancak karşısında üç yol daha vardı. Biri daha keşfedilmemiş ya da unutulup gitmiş. Bu çetin yolda önemli olan düşünceydi. Küçük bir düşünce tanesi zamanla dallanıp budaklanır ve nefesin özünü oluştururdu.Bu evreyi tamamladıktan sonra sıra bu düşünceyi, zihniyeti ya da her neyse. Haykırmak kalmıştı. Aklına bir fikir geldi. Gözlerini açmadan haykıracaktı. Zamanla düzelir dedi kendine. Bir yerden başlamalıyım. Rüzgarın kuvveti suratına çarptıkça daha hazır hissediyordu. Başladı konuşmaya;

Hey! Deniz. Dalgalarının dansını hayranlıkla izlediğim.
Alabora olan gemilerin üstünde olduğunu unutma.
Nefret et ama aynı zamanda onun için üzülüyorum de.
Düşündüğün şey için etrafındaki nehirler ile tartış ama ben senden büyüğüm, senin sularında da ticaret yapılmaz, bir avuç susun haddini bil diyerek konudan sapıp medeniyetten uzaklaşma.
Senden büyük okyanus var unutma.
Başkalarının görünüşü, zekâsı, onları özel kılan şeyler ile dalga geçme.
Hey! Deniz. Sen dalganı insanları kavuşturmak için kullan.
İçinde yaşayan canlıların değerini bil.
Tükürüğünle zehirleme onları.
Konuştukça rahatlıyor, rahatladıkça gözlerinden yaşlar fışkırıyordu. Arada ellerini kaldırıp sitem edercesine hareketler yapıyordu. Gözleri de açılmıştı artık. Artık eskisi kadar güzel görünmüyordu deniz. Peki neydi bu düşüncenin devamı? İnsanlar tarafından suratına tükürülse dahi doğruyu mu haykırmaktı? Sokakta dilenen çocuklara bunu yapanlara gününü göstermek miydi? Mesleğini, unvanını zedelese de hem güçlü hem haksız olanlardan hesap sormak mıydı? Yanlış olduğunu bildiği halde işlemeye devam ettiği günahları terk etmek miydi?
Bu düşünceler ile hem cebelleşiyor hem de denize haykırıyordu. O kadar da zor değilmiş dedi zorlanarak. Şunu fark etmişti ama: ince bir çizgiydi bu. Sırat köprüsü gibi kılıçtan keskin kıldan ince. Her şeyin fazlası zarar diyordu. Tevazu, özgüven, sevgi ve nefret gibi. Meseleyi anlar gibiydi. Ölü ozanlar derneği üyesi John Keatingin : Carpe diem ( Anın tadını çıkar) ifadesini hangi maksatla kullandığını bilemezdi. Ama sürecin en az sonuç kadar önemli olduğunu bu söz ile anlayabiliriz diye düşündü. Çünkü, sonuca giden yol sürecin varlığıydı. Bir yazar, sattığı kitaplardan kazandığı paraya değil, o süreçte kendine ve insanlığa kattığına bakmalıydı. Bay Keatingin başka bir sözü daha aklına geldi.” Kim ne derse desin sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirecek güce sahiptir.” Yani yapılan fiillerden önce fikrini değiştirmeliydi insan. İşte ondan sonra dünya değişirdi. Bazı şeylerin farkına varma hissiyatını dudaklarında tadarken, aklına şu söz geldi:
İyilik güzel ahlaktır. Kötülük ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir. (S.A.V)
Yerdeki kirli ceketini aldı ve bir güzel silkti. Hayatının aydınlanma dönemi olarak adlandıracağı bu durumu şu sözler ile özetledi; Yüce olan, bir şeyi kazanmak için değil, doğru olduğu için yapmaktı. Ödül olmadan. Tanık olmadan…