Adnan FARUK (Hatay, 2022)
Uyanalı yirmi dakikadan fazla olmuştu. Fakat gözleri ısrarla kapalıydı. Gözlerini kapalı tutmak diğer hislerini güçlendirmişti. Kollarının arasında uzanıp başını göğsüne yasladığı sevgilisinin varlığını, onun nefes alıp verişini, ilk kez görülen doğal güzellikleri izlediğimiz bir hayranlıkla duyumsuyordu. Sabaha karşı yağan sağanak yağışın ardından şimdi hafifçe düşen yağmur tıpırtıları daha bir farklı, daha bir güzel geliyordu kulağına. Havada koyu olmayan, parlak bir kapalılık vardı. Gözlerini açmamıştı ama havadaki umut birikintileri ile dolu bu kapalılık, içindeki huzuru ve dinginliği besliyor, içten içe keyifli duygularına, hissettiği her güzelliği sebep kılıyordu.
Tabii insanların yaşadığı anların kendi yükledikleri anlamlarla güzel veya karamsar olduğunu biliyor -daha doğrusu böyle inanıyordu- ama yine de inançlarını bir kenara bırakıp o anda sahip olduğu tüm güzelliklerin zerresine kadar tadını çıkarmak istiyordu.

Gözleri hala kapalıydı. Bu anı bozmayı istemiyordu. Elinde olsa yatağında sevgilisiyle geçirdiği bu keyifli dakikaları bir fanusa koyar ve keyfi her kaçtığında bir nefes gibi içine çekerdi. Fakat kendisi gibi Fırat’ın da sabahları çok geç kalkmayı sevmediğini biliyordu. İstemeye istemeye gözlerini araladı. Kafasını yavaş bir şekilde kaldırdı, erkek arkadaşının yanağına bir öpücük kondurup kısık gözlerle, “Fırat, hadi aşkım uyan da kahvaltı yapalım.” dedi. Doğrulup yorganı üzerinden sıyırınca ince bir ürperme geldi içine. Fırat’la beraber yaşamaya başladıklarından beri iç çamaşırlarıyla yatmayı alışkanlık edinmişti. Yerde ilk bulduğu pijama ve hırkayı üstüne geçirip banyonun yolunu tuttu. Yatağın mahmurluğunu atmak için elini, yüzünü uzunca yıkadı ve ardından kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa geçti.

Birlikte uzun bir pazar kahvaltısı yaptılar. Gülçin kahvaltıdan sonra kahve sefası için geniş Fransız penceresinin önündeki egzotik koltuğa geçti ve “Kahvaltıyı ben hazırladım Fırat, kahveler de senden. Hiç kusura bakma.” dedi. Arkasından kendine has kahkahasını patlattı. Fırat henüz kalkmadığı kahvaltı masasında başını hafif çevirerek, “Peki madam. Bulaşıkları bana elletme yeter.” diye karşılık verdi. Gülçin’in yaşam stiline alışmak pek kolay sayılmazdı. Keyfinden ve rahatından başka bir şeyi dert etmezdi genelde. Yatağı her zaman dağınık durur, çalışma masasındaki kitap ve kağıtlar karman çorman bir vaziyette öylece akşamı beklerdi. Fırat bulaşık konusunda da onun son derece lakayt olduğunu bildiğinden kahve yapmaya razı oluyordu. Aksi halde dağ gibi yığılı bulaşıklarla uğraşmak zorunda kalacaktı.
Kahvaltı masasını olduğu gibi bırakıp filtre kahve yapmak için tezgâhın başına geçti. Kahve hazır olduktan sonra mutfakla oturma bölümünü ayıran Amerikan tezgâhın üstündeki kurabiye kutusunu koltuğunun altına sıkıştırdı ve dönüp kupaları alarak Gülçin’in yanına gitti. Önce kupaları sonra da kutuyu koyup karşısındaki koltuğa oturdu. Fırat kahveyi çok sıcak içmediği için soğuma süresini Gülçin’i izleyerek geçirdi. Yüzünde dudağının sağ tarafını gerginleştiren arzular bir gülümseme vardı.

Gülçin izlendiğinin farkındaydı. Fırat’ın odağı olmak şehevi duygulardan ziyade bir elde ediş tatmini veriyordu ona. Boynunu hafif bükmüş bir şekilde sağ elini sarı saçlarında gezdirip dalgalarını arttırıyor ve camdan dışarıyı izliyordu. Yatakta gözleri kapalı halde hissettiklerini şimdi daha güneşli, daha uyanmış ve görmenin verdiği bir canlılıkla duyumsuyordu.
Bir süre bu şekilde zaman geçirdiler. Fırat kahvenin yeterince soğuduğuna kanaat getirip bir yudum aldı. Sessizliği aralayan bu hüpürtünün üzerine konuşmaya başladılar. Ateşli ve heyecanlı geçen geceden gülüşme ve alaylarla bahsettiler. Bunu sık sık yapıyorlardı. Birlikteliklerinin üzerine konuşmak onlara hissi olduğu kadar sözlü de eğlence sağlıyor fakat eğlenmenin yanı sıra aralarındaki sinerjiyi korumak ve birbirlerinin duygularını önemsediklerini belli etmek için yolunda giden ve gitmeyen şeyleri etraflıca konuşuyorlar, sorun bulduklarında da kafa kafaya verip çözüm arıyorlardı. Keyifli geçen sohbetin arasına kahve yudumları ve kurabiye ısırıkları giriyor, bu da söyleyecekleri sonraki kelime için iştahlarını arttırıyordu.
Yirmi dakikalık bir sohbetin ardından boş kupaları doldurmak için kalkan Gülçin oldu. Bardakları eline aldı ve Fırat’ın yanağına hızlı bir buse kondurup mutfak tarafına geçti. Gülçin tekrar kahvelerle döndüğünde, Fırat hem konuyu değiştirmek hem de merak ettiği bir şeyi öğrenmek için söze girdi:
“Gülçin geçen gün harika bir planım var diyordun ama bahsetmedin bir türlü. Anlatsana merak ettim.”
“Ha evet ya! Anlatacaktım araya telefon girdi sonra da kaldı öyle. Ya uzun süredir çocukluk hayalimin üzerinde planlar kurmaya başladım Fırat. Biliyorsun, şirket hisselerimiz yeni mali yılla birlikte artacak. Müdürler birkaç ay sonrası için de kırsal kesime yerel bir bayilik açmayı planlıyorlar. İhaleye biz girsek de o bayiliği biz işletsek süper olmaz mı? Hem şehirde, binaların arasında eriyip gidiyoruz. Oraya yakın bir köyden de ev tutarız. Köy hayatı ikimize de iyi gelir.
Çocukluktan beri hayal ediyorum bunu. Küçükken babam bizi değişik değişik köylere, kasabalara götürürdü. Dinlendirici, huzurlu bir tatil yapardık, gezerdik. Ta o zamandan beri isterim hep bir köy hayatım olsun. Tabii kariyer hırsından fırsat bulamadım.”
Kahvesinden bir yudum aldı ve devam etti:
“Artık kariyere doydum ben. Şimdi dinlenmek istiyorum. Kırkımıza merdiven dayadık. Şu an daha sakin bir hayatı tercih etme zamanı. Hem köy insanları o kadar tatlı, o kadar saf insanlar ki! Dış dünyadan haberi olmayan, kendi yağlarını çıkarıp kendi yağlarında kavrulan garip, ton ton nineler, amcalar, teyzeler…
Bir görsen onları! Cahillikleri onlara eşi benzeri bulunmaz bir samimiyet katıyor. Bu cehaletle bu kadar temiz kalabiliyorlar zaten. İnsan bir şeyler bildikçe zıvanadan çıkıyor. Hem işimizi yaparız hem de köylü insanlar tanıyıp güzel dostluklar kurarız onlarla. Bize bağ, bahçe de öğretirler. Bir şeyler eker, stresimizi atarız, gençleşiriz.”
Gülçin, hayallerini paylaşmanın verdiği mutluluğa kendini kaptırmış, iştahla anlatırken Fırat sadece bakıyordu. Bu düşünceler, bu kelimeler ondan beklenir şey değildi. Gülçin hayatında daima özgürlüğünü önceliğine almış, yaşamak istediği her şeyi tüm doluluğu ve hazzıyla yaşayan biriydi. Bu yüzden de evlenmemişti. Hoşuna giden birisi olduğunda onunla bir süre dost hayatı yaşar, sonra da her tarafı kara satırlarla dolmuş bir kâğıt gibi onu atar ve yenisiyle hayatına devam ederdi.
Fırat da bu kağıtlardan biriydi işte. Ve henüz dolu sayılmazdı. Gerçi o da bu durumun farkındaydı fakat bunu dert etmiyordu. Çünkü onun hayatı da Gülçin’den farklı değildi. Sadece ondan biraz daha mütevazı, biraz daha gürültüsüz patırtısızdı. Şimdi de onun ağzından bu lafları duymak, düşüncelerini geçici olarak askıya alan bir şaşkınlığa sebep oluyordu. Gülçin konuşmasına devam ederken onu bir anda durdurdu ve “Gülçin sen ne saçmalıyorsun?”, kelimeleri üstüne basarak, “Sen, köy ve köylüler!” dedi.

Gülçin gayet makul bir şeyi açıklayan tavırla, “Evet Fırat, bunda şaşılacak ne var ki?” dedi.
“İyi de sen eğlencesiz duramazsın ki! Hem herkesi de beğenmezsin. Ne yapacaksın o köylülerin arasında?”
“Of be Fırat, amma da abarttın yani. Beni sadece beş aydır tanıyorsun. Çocukluğumla ya da hayallerimle ilgili ne biliyorsun ki sanki? Tamam hızlı yaşamayı seviyorum ama bu aralar biraz yavaşlama kararı aldım. Ne olmuş yani. Hem zavallı köylülerin nesi var? Dünyadaki en zararsız insanlar onlar. Kimse için kötülük düşünmezler. Az şeyle yaşarlar fazlasını da aramazlar. Bu yüzden de çok mutlular. Zaten dünyadan haberleri yok, ne isteyebilirler ki? Hemen ön yargılı olup hayalime burun çevirme.”
“Bilemiyorum Gülçin, işteki ve hayattaki bu saha değişikliğinin beni mutlu edeceğini sanmıyorum. Hayatımın gidişatından memnunum. Ben senin şehirli yönünü seviyorum. Enerjik oluşun, eğlence düşkünlüğün, yaşamındaki belirsizlikler… Seni Gülçin yapan şeyler bunlar. Tozun toprağın içinde köylü insanlarla kaynaştığını düşünemiyorum böyle. Bırak Allah aşkına bu aptalca hayalleri.”
Gülçin’in cevabı bakışlarındaydı. Hayallerinin görmesini beklediği saygıyı bulamamış ve bu da gözlerine ölü bakışlar olarak yansımıştı. Fırat’ın sözü üzerine başka bir şey söylemedi. Kupasını alıp kalktı ve odasına çekildi.
***
Namaza yirmi dakikadan daha az bir zaman kalmıştı. Caminin avlusu bir hayli kalabalıktı. Neredeyse bütün köy ikindiden sonra kılınacak cenaze namazı için çift minareli camiye toplanmıştı. Kadınlardan cenaze sahibi dışındakiler caminin az ilerisindeki mezarlığa doğru ilerliyor, erkeklerdense kimi üç beş kişilik gruplar halinde sohbet ediyor, kimi ortadaki şadırvanın etrafında abdest almak için sıra bekliyor, kimi de duvar kenarındaki banklara oturmuş elinde tesbihi ağzında zikri çevirerek etrafı izliyordu.
Hüseyin de oğulları, torunu ve yeğeni ile ayakta dikilip sohbet edenler arasındaydı. Avlunun girişinde dostu Hayri’yi görünce uzaktan el işareti yapıp yanına çağırdı. Hayri, gruba varınca Hüseyin’le el sıkışıp, “Başın sağolsun bre agam!” dedi. Dünürünün vefatına pek de üzgün olmayan Hüseyin, “Allah razı olsun Hayri, sağolasın.” diye karşılık verdi. Yüzünde Hayri’yi gördüğüne mi yoksa dünürün ölümüne mi olduğu anlaşılmayan bir neşe vardı.

Hayri başsağlığı diledikten sonra Hüseyin’in iki oğlu, torunu ve yeğeniyle de el sıkıştı. Oğullardan büyük olan Mehmet, babasının arkadaşı geldikten sonra bıraktığı konuşmasına selamlaşmanın ardından kaldığı yerden devam etti:
“…anam da o vakit inek sağmaya gitmiş. Eve dönerken de kapıda Celal enişteyi görmüş. E, Ayşe bacım zaten Ahmet emminin tarlasında yevmiyeciydi. Ondan başka kim çalacak bizim altınlarımızı? Hepimiz çok iyi biliyoruz gençken neler yaptığını. Pezevengin teki.”
Yeni geldiği için mevzuyu tam olarak anlayamayan Hayri, Hüseyin’e döndü ve “Hayrola agam ne altını ne çalınması?” diye sordu. Hüseyin keder ve sinir çökmüş bir yüz ifadesiyle cevap verdi:
“Sorma yoldaşım! Rabbimin gücüne gitmesin ama başımıza gelmeyen bok kalmadı. Bizim ufak kız Ayşe yok mu, işte onun kocası şerefsiz Celal altınlarımızı çaldı. Hem de on Reşat altını.”
Şimdi Hüseyin’in yüzünden keder silinmiş ve yerini tamamen öfkeye bırakmıştı. Sinirden hafif büzüşmüş dudakları ve tütün sarısı bıyıkları titriyordu. Sağ kaşının çaprazında şişmiş ve atışları belli olan damar, bir ara saçlarının arasından kayboluyor, sonra yeniden başının üstündeki kele doğru kavis yaparak kendini belli ediyordu.

Hayri şaşkındı. Bu köyden olmadığı için bahsedilen kişileri tanımıyordu ama içinde yetiştiği ortamın kendi zihninde oluşturduğu ahlaki bariyerler, bu gibi olayları her duyuşunda tıpkı şiddetli bir deprem oluyormuş gibi titriyordu. Zihnindeki bu titreme biraz sonra yüreğine oradan da tüm bedenine yayılıyordu fakat ketum tavırları, titremesini bir vakit sonra sönümlüyor, bu olaylara ne kadar kederlense, sinirlense de genelde insanlara sadece “çok üzüldüm” diyerek duygularını yansıtıyordu. O anda da bundan farklı davranmamıştı. “Valla çok üzüldü bre agam.” deyip Hüseyin’in kolunu sıvazlamıştı.
Sigarasını bitirdikten sonra yere fırlatıp ayağıyla ezen Arif, anlatılan her şeye ekleyeceklerini biriktirmiş ve hücrelerinde nikotinin tüm uyarışlarını hissederek kin ve öfkesini kusmuştu:
“Ya baba, Allah aşkına biz önceden de tanımıyor muyduk bu o….. çocuğunu? Yalvardık sana bacımı bu kanı bozuklara vermeyelim diye. Köyde bunun hovardalıklarını bilmeyen mi var? Hala olmayacak bir işmiş gibi canımızı sıkıyoruz olanlara. Enişte olacak kafirin Alamet Ağa’nın geliniyle adı çıkmış. İffetsiz adam para çalmaz mı sanki? Biz hatayı başta yaptık. Bacımı onunla evermeyecektik. Hadi everdik, adı namussuzluğa karşınca niye vurmadık pezevengi.”

Hüseyin, oğlunun haklı olmasından fakat kendi çaresizliklerini anlayamamasından hiddeti artmıştı ancak cami avlusunda olduklarından içine patlayarak konuşuyordu:
“Oğlum biz bilmiyor muyuz bu p*çi vurmasını ama bacını durdurabildik mi sanki? Kocam da kocam deyip duruyor. Ne bitmez tükenmez bir aşkmış anlamadım.”
Kısa bir süre sustu. Önemli bir haber verir gibi öne doğru hafif eğildi ve kısık sesle devam etti:
“Gavurluk bunların kanında var bre! Aha benim dünür yok mu, geberip gitti. Aynı pislikler bunda da vardı.”
“Kan çekiyor işte.” Islık gibi çıkan bu ses Mehmet’e aitti.
Hüseyin’in torunu Furkan ve yeğeni Zakir, yaşları ufak olduğundan sadece dinliyorlardı. Ancak büyüklerinden duydukları şeyler ince ince zihinlerine işliyor ve gençliğe has nefret tohumları büyüyordu içlerinde. Çünkü ataları büyüktü ve büyükler her zaman haklıydı onlar için. Sorgulamaya niyeti olmayan bakışlar ve hakikate kapalı kulaklarla dinliyorlardı konuşmaları. Onların suskunlukları en büyük kayıptı belki de. Çünkü mutlak bir kabulleniş vardı sessizliklerinde.
Hayri ise biraz daha temkinli fakat şaşkın bir şekilde dinleyip doğruyu yanlışı kafasında çözmeye çalışıyordu. Ancak sadece duyduklarıyla bunu ayırt edemeyeceğini bildiğinden “Agam söylediklerin doğrudur elbet. Ama bir gören eden var mıymış, sordunuz mu? Görmeden hüküm vermesek, maazallah iftira olur da ceremesini öbür tarafta çekeriz.” diye sordu Hüseyin’e.
Hüseyin aniden ona döndü. Biraz darılmış gibiydi. Hayri’nin kendisine inanacağını bilirdi ama yine de böyle sorması onu gücendirmişti. Elini sallayarak “Yav yoldaşım, bunlar soysuz diyorum soysuz. Köyü şehre çevirdiler resmen. Aptes yok namaz yok, her türlü pislik var. Böyle adamdan hayır mı gelir Allah aşkına? Evde işini hallederken gören olmamış ama alametler var. Hem biz malımızı biliriz, sen kafanı yorma.” dedi.
“Yok agam, esteğfirullah. İnanmıyor değilim de öyle şey ettim işte, sorayım dedim.”
Bunun üzerine birkaç dakika daha sohbet ettiler. Bağdan bahçeden de konuştular. Yağmursuz geçen haftaları bereketsizliğe, bereketsizliği de Celal ve onun gibi insanların fiillerine bağlayıp dünyanın fenalığından dem vurdular.

O sıra ezan vakti geldi ve müezzinin ‘Allahu Ekber’ sesi duyuldu. Hüseyin, “Allah imandan ayırmasın yoldaşım. Haydin varak da namazımızı kılak.” dedi ve camiye yöneldi. Diğerleri onun peşinden camiye girdiler. İkindiden sonra cenaze namazı kılındı ve tabut omuzlarda mezara kadar taşındı. Mevta defnedilirken imam da yüksek sesle Yasin-i Şerif okumaya başladı.
Kadınlar geride durup seyrediyorlardı. Erkeklerden cenaze sahibine yakın olanlar define yardım ediyor, ölüyü bir an önce yeni evine, yurduna göndermeye çalışıyorlardı. Kürekleri kapanlar toprağı hızlı hızlı mezara atıyor, kürek alamayanlarsa elleriyle toprağı iterek canla başla çalışıyorlardı. Küreğe çarpan taş ve kum sesleri, toprağın üst üste birikmesi ve ağlamalar, hıçkırıklar birbirine karışıyordu.

Defin bittikten sonra dua edildi ve telkin verildi. Mevta, mezarlığın diğer sakinlerine emanet edildi. Ardından kalabalık dağılmaya başladı. Herkes yavaş yavaş kendi yoluna giderken Hüseyin’lerin yanına genç bir delikanlı geldi, namazdan önce konuştuklarını duyduğunu söyledi ve hesap sormaya başladı. Bu gelen Celal’in yeğeniydi ve dayısının hakkında konuşulmasından rahatsız olmuştu belli ki. Ancak cenazeye saygısından uygun vakti beklemişti. Onu gören yakınları da yanlarına koştu ve iki taraf arasında sonu hayır olmayan bir tartışma başladı.

***
Gülçin ve Fırat bir süre ayrı odalarda vakit geçirdiler. Gülçin biraz kırgındı. Normalde onu incitmeye çalışanlara karşı hep dik durur, tüm dobralığı ile ağzına geleni söylerdi. Fakat bu defa her zamankinden daha sakin, daha kırılgan bir tavır sergiliyordu. Fırat’ın da ondan beklediği bu değildi. Gülçin’inse duygusal tavırlarının altında yatan sebep mevzunun çocukluk hayali olmasıydı.
İlk kez bunu biriyle paylaşıyordu. Ve desteklenmeyi beklerken eleştiri duvarına toslamıştı. Fırat’la haz dolu geçen beş ayın ardından en büyük ve hatta tek tartışmaları buydu. Çünkü Fırat, Gülçin’in huyunu bildiği için onu kızdıracak veya sinirlendirecek bir davranış sergilememeye özen gösterirdi. İkisinin de ilişkilerindeki ana odağı birlikteliklerini keyifli kılmaktı. Ancak bugün yaşananlar ikisi için de şaşkınlığa sebep oluyordu. Fırat, tartışmanın ardından kafasına nasıl olup da güçlü klorik bir balyoz yemediğine şaşırıyor, Gülçin ise eleştirilerin içinde yaktığı alevlere karşı nasıl bu kadar sakin kalabildiğine hayret ediyordu.

Bir müddet sonra Fırat, aradaki bu küskünlüğü dağıtmak için Gülçin’in odasına gitti ve kapıyı çaldı. “Gel!” sesini duyunca kapıyı aralayıp boynunu içeriye uzattı. Gülçin pencerenin önündeki geniş berjerde sırtı kapıya dönük bir halde oturmuş dışarıyı izliyordu. Kapı açılınca bile dönmemişti. Fırat biraz mahcup biraz da temkinli bir şekilde, “Gülçin sahile inelim mi? Yürürüz biraz, ikimize de iyi gelir.” dedi. Sesindeki yumuşaklığı koruyabilmişti ki, buna da ihtiyacı vardı. Çünkü her an hırçın ve yıkıcı bir tavırla karşılaşması olası bir durumdu. Ortam yumuşasın diye böyle naif bir ses kullanmış ve işe de yaramıştı. Gülçin başını hafif çevirmiş ve belli belirsiz bir gülümsemeyle, “Olur.” demişti.
Biraz sonra ikisi de hazırdı. El ele tutuşup evden çıktılar ve sahile doğru yürüyüdüler. Yürüyüş boyunca ikisi de tek kelime etmedi. Sadece yan yana olmanın ve sahil havasının tadını çıkardılar. Eve geldiklerinde Fırat bilgisayarın başında akşama kadar video oyunu oynadı. Gülçin de ertesi gün toplantıda yapacağı sunumla alakalı çalışmalarını gözden geçirdi.
Uyumak için yatağa girdiklerinde sabahtan beri süren sessizliği Fırat bozdu:
“Hala bana kızgın mısın?”
“Yok hayır. Seninle yürüyüşe çıkmak her şeyi unutturdu.”
“E, o zaman niye suratın hala bu kadar asık? Sanki bana kızıyormuşsun gibi hissediyorum.”
“Seninle alakası yok Fırat. Bugün odama çekildikten sonra sosyal medyada vakit geçirdim ve hiç beklemediğim bir haber gördüm.”
Gülçin baş ucundaki telefonu aldı ve haberi açıp Fırat’a gösterdi. Fırat haberi okuduğunda Gülçin’in neden bu kadar yıkılmış gözüktüğünü ve çetin duruşunun altında nasıl da yumuşak ruhlu ama aynı zamanda kırgın bir çocuğun yattığını gördü. Çünkü bu haber onun çocukken aklında kalan güzellikleri parçalamış ve tutkusuna dair tutunacak dal bırakmamıştı:
“SON DAKİKA!
CENAZEDE KATLİAM!
… ilinin … köyünde cenaze merasimi sonrasında kavga çıktı. Aile meselesi olduğu ileri sürülen sebepten iki grup arasında tartışma başladı. Tartışma giderek alevlendi ve büyük bir kavgaya dönüştü. Bıçak ve yumrukların havada uçuştuğu bu arbede acıyla sona erdi. İki gruptan da toplamda beş ölü ve sekiz ağır yaralı var. Kavga olay yerinde bulunan insanların ve köy koruyucularının müdahelesiyle son buldu. Geride ise ölü, hapis ve koca bir acı kaldı…”
29.12.2021 Çarşamba (Hatay,2021)
Gerçek bir hikaye gibiydi kaleminize sağlık.😊
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederiz. Yeni hikayelerde buluşmak dileğiyle…
BeğenLiked by 1 kişi