Adnan FARUK (Hatay, 2022)
Uzun zamandır yazmayı planladığım bu yazıya nasıl bir başlangıç yapsam, bilemiyorum. Çünkü bu eser, her ne kadar tür karmaşasından kaçınmaya çalışsam da deneme, anı ve inceleme gibi türlerin iç içe geçme potansiyeli yüksek olan bir yazı olacak. Fakat bu eseri sadece kendi adıma değil, aynı zamanda Beyaz Mürekkep yazarları adına da kaleme aldığım için sanırım “merhaba” demek en münasibidir. O halde yeniden başlayalım mı?
Merhaba.
Bugüne kadar bizi okuyan, dinleyen, yorum ve beğenileriyle destek veren ve bizimle gelecekte tanışacak olan herkese merhaba.
Bu kadar genel bir seslenişle geçmiş ve geleceği bir araya getirmemdeki asıl gaye, buraya bir seremoni için toplanmış olmamız.
Yazıyı kaleme aldığım bu zamanda yani Eylül 2022’de Beyaz Mürekkep Edebiyat Bloğunu kurmamızın üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Temeli sıkı bir dostluğa dayanan bu kalemdaşlık serüvenimizde bir yılı -özellikle de başarılı bir şekilde- tamamlamış olmanın mutluluğunu ve siz değerli okuyucularımızla paylaşmanın haklı gururunu yaşıyoruz.
Peki bu fikir nereden çıktı? Bu yolculuk nasıl başladı? Buralara kadar nasıl gelindi ve hangi süreçlerden geçildi?
Aslında bu soruların cevabını “Hakkımızda” kısmında özet bir yazıyla vermiştik. Fakat ben bugün, Adnan Faruk olarak, bu dostluk ve kalemdaşlık serüvenimize kendi gözümden, penceremden bakıp kendi kalemimle aktarmak istiyorum. Eminim ki, diğer yazar arkadaşlarımın da ortak anılarımızı kaleme alacağı yazıları olacaktır ve yüreğimizin derinliklerine inip ruhumuza eşsiz bir sürur ve sükûnet verecek o eserler hayat bulduğunda, hepimiz doyamayacağımız bir keyifle okuyacağız.
İsterseniz her şeyi en başa saralım ve tanıştığımız zamana gidelim.
Hepimiz bundan iki yıl önce, özel bir kurumda hususi bir eğitim almak için İstanbul’da birbirimizden tamamen habersiz bir şekilde bir araya gelmiştik. Hiçbirimiz, bir diğerini tanımıyordu. Günümüzün neredeyse tamamını kaplayan eğitimimizin yoğunluğu, yeni sosyal ilişkiler kurmanın sancısıyla birleşince hepimizin tanışması uzun bir zamana yayıldı. Aslında bu sürecin uzun olması da faydalıydı çünkü tüm bu yoğunluğun içinde nefes alabilmek için ne zaman fırsat bulsak kendimizi kütüphaneye atıyorduk ve arkadaşlığımızın esas temeli işte burada, bir kütüphanede inşa edildi.

Kitap, kalem, kütüphane gibi ortak tutkularımızın birleştirici gücünden habersiz olarak çokça zaman kütüphanede oturup vakit geçirdik ve bu sayede birbirimize göz aşinalığımız oldu. Tabii aynı mekânda bu kadar sık zaman geçirince ister istemez bir selamlaşma, bir tanışma, bir sohbet yaşanıyor haliyle. Her birisiyle nasıl tanıştığıma dair aşırı detay vermekten kaçınacağım ama kısaca bahsetmekte de fayda görüyorum.
Ben kendi adıma, bu beş kişilik ekipten ilk olarak sevgili Tayyip Asar ile tanışmıştım. Çünkü başlangıçta en çok onunla ortak noktalarımız olduğunu fark ettim. İkimiz de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olmuştuk. Sadece bölümlerimiz farklıydı. Aynı zamanda bu süreçte ikimiz de belli başlı devlet sınavlarına hazırlanıyorduk. Hem ortak noktalarımız hem de Tayyip Asar’ ın eğlenceli kişiliği sayesinde arkadaşlığımız hızlı gelişti. Sevgili Sinan Çalka ile kütüphanede kitaplar üzerine sohbet ederek tanışma fırsatım olmuştu. Daha sonra sevgili Tunahan Güder ile tanıştık. Onunla biraz daha geç tanışmamızın sebebi ise Tunahan Güder’ in, bana çok ciddi ve bilge biri gibi görünmesiydi -ki çok bilge bir insandır ve şükürler olsun sadece Tunahan değil her biri son derece bilge insandırlar-.
Direk tanışamaya yanaşmamıştım ama zaman içinde kütüphanede karşılaştıkça sohbet eder olduk ve bir gün konusunu hatırlamadığım bir şey üzerine yaptığımız sohbetin ardından birlikte öğle yemeği yemek için yemekhaneye gittik ve o yemek, Tunahan Güder’ le samimileşmemizin ilk büyük adımı oldu. Yemek yerken birbirimizi tanıyıp öyle güzel konular hakkında konuşmuş ve farkındalık algımıza katkı sağlayan bir sohbet etmiştik ki, ikimiz de kendimizi anlayabilen insanlarla tanışıp muhabbet edebilmenin mutluluğunu yaşıyorduk. Sadece Tunahan Güder’ le de değil, diğer yazar arkadaşlarım Tayyip Asar, Şükrü Güngör, Sinan Çalka… Hepsiyle bire bir sohbet etmek, zihinlerindeki o eşsiz dünyalarda gezinmek öyle keyifli, öyle muhteşem ki, onları tanıdığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Şanslı hissetmemin bir diğer sebebi ise anlaşabiliyor olmanın yanında kaleme ve kitaba olan ortak tutkumuzu, yazmanın birleştirici gücüyle kuvvetlendirip kütüphane masalarında kendi fikir ve yazı hayatımıza ilk esaslı adımları atışımıza şahitlik edişimiz ve bu hususta birbirimizi can-ı gönülden destekliyor oluşumuzdu.
Devam eden bu süreçte sevgili Şükrü Güngör ile yemekhane masasında, daha önce taslaklarını oluşturduğumuz fantastik kurguların benzerliği hakkında sohbet ederek tanıştık. Şimdi anlıyor musunuz edebiyatın arkadaşlığımızı inşa etmede ne kadar önemli ve değerli bir faktör olduğunu?

İşte bu şekilde yukarıda da bahsettiğim gibi “kalem-kitap-edebiyat” ortak payesi sayesinde her birimiz diğerleriyle tanışmış ve zamanla bir arada daha fazla vakit geçirir olmuştuk. Hatta öyle ki, her öğünde mutlaka birlikte oturup yemek yiyor, kütüphanede okumalarımızı yan yana yapıyor, lokalde çaylarımızı beraber içiyorduk. Yatmadan önceki vakitleri kütüphanede geçirirken başlayan sohbetlerimiz, yatma vakti gelip kütüphaneler kitlenince koridora taşardı -Tunahan’ın Roma tarihine olan ilgisine nispeten bu sohbetlere “koridorra” sohbetleri adını vermiştik- ve ayakta dakikalarca konuşmaya devam ederdik. Bunlar o kadar keyif aldığımız sohbetlerdi ki, hala müthiş bir özlem duyuyorum o zamanlara.
İnsan, içinde bulunduğu anın güzelliğini ve kıymetini anlıyor olduğunu zannetse de esas aydınlanma nimet elden gidince gerçekleşiyor. Şimdi her birimiz bir şehirde, birbirimizden kilometrelerce uzaktayız. Ama aramızdaki bu muhabbet, kalemdaşlık ve ortak tutkularımız mesafelerin hükmünü ortadan kaldırıyor. Ne zaman herhangi birinin eserini okumuş olsam onun yanındaymış gibi hissederim kendimi. Yani edebiyat ve kalem bizi bir arada tutuyor. Tabii fırsat buldukça görüntülü görüşmeler yapıp hasret gideriyor, eskiyi yad ediyor ve projelerimiz hakkında toplantılar yapıyoruz.

İşte bu noktaya gelene kadar ne anılar biriktirdik, ne badireler atlattık. Gönül ister ki, hepsini gün gün anlatayım ama bu, metni hayli uzatacağından belli başlı hususlara yer vermekle kifayet edeceğim.
Dokuz aylık eğitimimiz boyunca gelişen dostluğumuzla birlikte hep beraber bazı proje girişimlerinde bulunduk. İlk proje fikrimiz dergi çıkarmaktı. Hatırlıyorum, fikir Tunahan Güder ’den çıkmıştı ve bir akşam yine beni koridorda yakalayıp dergi fikrinden bahsetmişti. Beni öyle heyecanlandırmıştı ki, hemen o gece renkli bir kâğıda bir dergi taslağı çizip ertesi gün onunla kantinde paylaşmıştım. O da bu kadar kısa sürede organize olabilme potansiyelimizi görünce son derece mutlu olmuştu. Ancak dergiyi eyleme geçirmek için biraz daha beklememiz gerektiğinden habersizdik çünkü muhatap olacağımız insanlar henüz buna hazır değildi.
Dergi fikrini bir süreliğine askıya aldıktan sonra hayata geçirebildiğimiz ilk ekip çalışmamız bir eğitim semineri programıydı. Bu fikirde karar kıldıktan sonra ne zaman fırsat bulsak beşimiz toplanıp proje hakkında mütalaa ediyor ve fikir alışverişinde bulunuyorduk. Nihai amaç, her birimizin belli bir konuda konuşmacı olacağı bir eğitim semineri düzenleyip kendi aramızda konuştuğumuz farkındalıkları diğer öğrencilerle de paylaşmaktı. Ancak projenin hazırlık aşamasında bazı şeyler ters gitmişti. Üstelik benim yüzümden. İtiraf ediyorum, yan çizmiştim. Hem aldığımız eğitimin hem de hazırlandığım devlet sınavlarının yoğunluğunu bahane edip projeden ayrılmıştım. Bu kararımı bir öğle yemeğinde açıkladığımı hatırlıyorum. Herkesin yüzü düşmüş, morali bozulmuştu ki, bu gayet doğaldı. Devam eden hummalı bir çalışmanın ortasında projeden ayrılan birinin olması diğer herkesin motivasyonunu negatif anlamda etkiler. Gerçekten üzücü bir durumdu. Hala bunun utancını yaşıyorum içimde. Ne olursa olsun projeden çıkmamalı, onları yarı yolda bırakmamalıydım ama bırakmıştım. Bu hadise ne zaman aklıma gelse üzüntü ve pişmanlık duygularım dolar taşar yüreğimden. Buna rağmen formatta bir takım değişiklik yaparak projeye hayat vermeyi başardılar.
Sevgili kalemdaşlarım! Değerli okuyucularımızın huzurunda sizlerden bir kere daha özür dilemek istiyorum. Beni bağışlayın.

Neyse ki bu durum arkadaşlığımızı etkilemedi. Onlar bu projeye devam ederken birinci dönemin sonlarına doğru askıya aldığımız dergi fikri aramızda yeniden gündeme gelmişti. Asıl kalem birlikteliğimiz de o zaman başladı. Ancak daha önce hiçbirimiz dergi çıkarmamış yahut herhangi bir resmi yerde yazı yayınlamamıştık. Dergi hakkında her konuda amatördük. Projeye başladığımızda hem müthiş bir heyecan hem de tedirginlik yaşıyorduk fakat bu bizi durdurmadı. Yaşadığımız tüm duygu karmaşasını içimizdeki aşkla harmanlayarak işe koyulduk ve bu organizasyonu daha rahat idare edebilmek adına yeni arkadaşları bu işe dahil ettik. Kimi yazar, kimi editör kimi de tasarımcı olarak görev almıştı. Yarıyıl tatiline çıkmazdan evvel de hep birlikte bir toplantı yapıp derginin ana hususlarını, kimin hangi türde yazacağını vs. belirledik. En can alıcı nokta -en azından benim için- tetkik heyeti olarak seçtiğimiz kişilerin, yazıları tek tek değerlendirip yalnızca beğenilenleri seçecek olmalarıydı. O andan sonra içimi müthiş bir korku ve umutsuzluk kapladı. Yani o güne kadar sadece bir kez uzun hikâye tarzında amatörce bir novella yazmış olan ben, nasıl olacaktı da bu elemeden geçecektim, bilmiyordum. Hatta hikayemi kesin almayacaklar diye düşünüyordum.

O on gün nasıl geçti tarif edemem. Ama vazgeçmedim ve tatil bitene kadar her gün mutlaka yazdım. Her gün hikâyeye yeni satırlar ekliyor, hikâyeyi sürekli revize ediyordum. Ama inanın, yazı yazmak güzel olduğu gibi bir o kadar da sancılı bir süreç. Yazdığım her satırda, “Çok kötü oluyor, hiç güzel yazamıyorum. Kesin beğenilmeyecek” gibi düşünceler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Fakat bu yola çıkılmıştı artık. Bir kere daha insanları yarı yolda bırakamazdım.
En nihayetinde hikayemi tamamladım ve teslim tarihinde editör arkadaşlarımıza teslim ettim. Sonuçsa benim beklediğimden tamamen farklıydı. Eserim bir sürü övgü almıştı. O kadar beğenilmiş ki, derginin ana (kapak) yazısı olarak seçtiler. Bunu duyduğumda yaşadığım mutluluğu ve gururu tarif edemem. Hatıra olarak sakladığımız dergi nüshalarını ne zaman açıp baksam bu duyguları aynı tazeliğiyle hissediyorum. Heyecan, stres, mutluluk, üzüntü, gurur… Her seferinde yeniden o günlere dönüyorum.
Hikayemi teslim ettikten sonra benim için ilk sayımızın süreci nispeten tamamlanmış olsa da hazırlık çalışmaları hız kesmeden devam ediyordu. Düzenlenmesi gereken yazıları ayıklayan editörlerimiz, yazılarındaki eksikleri tamamlayan yazarlarımız ve derginin dizaynı için gece gündüz çalışan tasarımcımız… Herkes ama herkes seferber olmuştu. Önümüzde sadece bir engel kalmıştı, o da kurumumuzdan almamız gereken izindi. Çünkü dergiyi kurum içinde yayınlayacaktık. Tabii, bürokrasi her yerde yavaş olduğundan bir hayli beklemek zorunda kaldık.
İznin çıkmasını korku ve heyecanla beklerken bir gün sevgili Tunahan Güder, “Beyler, hiçbir şey yapamazsak en kötü, dergiyi masaya atar kaçarız.” demişti. O zaman bu espriye gülüp geçmiştik. Nereden bilebilirdik ki gerçek olacağını. Çünkü kurum, dergiyi matbu olarak basıp dağıtmaya izin vermeyecekti. Sadece duvar dergisi şeklinde olmasına müsaade edilmişti. Biz de burada -kıvrak zekalı edebiyatçılar olarak- bir tevil yaptık ve “Madem duvar dergisine izin var, o halde masa dergisi de olabilir çünkü neticede aynı işlev.” dedik ve Tunahan Güder ’in esprisini hayata geçirmek için yeniden kolları sıvadık. Dergi, duvarlar ve masalar için tekrardan tasarlandı. Hem duvarlara astık hem de lokal masalarının üzerindeki camların altına serdik. Böylece “masaya atıp kaçma” hikayesi de gerçek olmuştu.
O sayfaları tek tek duvara aşımızı, masalara serişimizi hala o günkü canlılığıyla anımsıyorum. Ne muazzam bir emek. Tüm bu süreçte gereken bütün fiziki eforu -amiyane tabirle ameleliği- sarf etmekten hiçbirimiz gocunmamıştık. Çünkü bu işi aşkla yapıyorduk. Belki bazılarınıza garip gelebilir ama yazma tutkusu, içinde alev alev yananlar eminim çok iyi anlıyorlardır.
İşte ilk yazı macerası böyle başladı. İlk kıvılcım, ilk temel böyle atıldı. Tabii devamında ikinci dönemde ikinci sayıyı çıkarma kararı aldık. Aslında bir sayıyla yetinmeyi planlıyorduk ancak o zamanlarda meydana gelen birtakım hadiseler -Ramazan Bayramı’na birkaç gün kala Kudüs’e yapılan hain saldırı- kalemimizi yeniden hareketlendirdi. Kimsenin sesi çıkmıyorken biz bir şeyler yapmalı, elimizden gelenin daha fazlasını ortaya koymalıydık ki, bunu ancak yazarak yapabilirdik. Çünkü kalemimizden mürekkep aktığı halde -din, dil, ırk fark etmeksizin- zulme karşı o kalemleri kullanmazsak vebal altında olacağımıza inanıyorduk.
Yine bir gün kütüphanedeyken “ilk sayımıza “Kudüs eki” yapsak nasıl olur” diye istişare etmiştik. Fakat yazma talebi gayet iyi olunca ek olarak değil ikinci bir sayı olarak çıkaramaya karar verdik.

İkinci sayı.
Kudüs Özel Sayısı.
Fikir kulağa o kadar etkileyici geliyordu ki, hiç zaman kaybetmeden, yazmayı kabul etmiş diğer yazar arkadaşlarımızla birlikte organize olup yeniden bir yazma disiplinine, bir dergi süreci içerisine girdik. Üstelik bu sefer tatilde de değildik. Elimizde sadece on-on beş dakikalık teneffüsler vardı. Herkes eserini bu daracık vakitlere sığdırarak ilmek ilmek işliyordu. Kendimizi öyle adamıştık ki, bir gece uykuya dalmadan önce kendi yazımla alakalı aklıma gelen cümleleri unutmamak için istirahatten feragat ederek hemen not etmeye çalıştığımı hatırlıyorum.
Kan, ter, emek ve gözyaşı…
Hepsi vardı. Tabii ki, ilk sayıda olduğu gibi tasarım ve revize süreçleri aynen devam ediyordu ve tümü bu daracık vakitlerde gerçekleştiriliyordu. Üstelik bu sayıyı çıkarmak için gerekli izni de alamamıştık. Bu sefer kesin bir dille reddedildik. Çünkü ilk sayı için göstermiş olduğumuz direniş, bize karşı bir antipati oluşmasına neden olmuştu. Peki biz ne yaptık?
Durmadık.
“Nasıl olsa duvar dergisine daha önce izin verilmişti.” diyerek gecenin ikisinde yine bütün ekip “Kudüs” Özel Sayısının sayfalarını duvarlara astık. Bir devrimci edasıyla. Tabii ertesi sabah uyandığımızda tüm sayfalar toplatılmıştı.
Evet, belki bu bir hüsran gibi gözükebilir. Belki hayalimizdeki gibi bir matbu dergi çıkaramamıştık ama yazmak için elimizden gelen gayretin daha fazlasını göstermiş ve yazdıklarımızın okunması, hiç değilse bir defa görülmesi için bütün mücadele ve direnişi sergilemiştik. Toplatılmasının ya da izin verilmemesinin bir önemi yoktu artık. Bütün gayretimizin altında yatan, “Biz burada, kalemlerimizle dimdik ayaktayız.” mesajıydı ve mesaj başarıyla iletilmişti. Onca hüsrana rağmen içimizi ferahlatan bu olmuştu işte.
Tabii dergiyi toplu olarak bastıramasak da çalışmada görev alan arkadaşlara hatıra olması amacıyla iki sayıyı da bastırıp kendi aramızda dağıttık. Zaman zaman kütüphane rafımdan alıp göz gezdiriyorum ve her sayfada o günlere gidip burada aktardığım ve aktaramadığım nice güzellikleri yeniden yaşıyorum.
İkinci sayıda gösterdiğimiz çaba ve dik duruş, ilk sayıda attığımız temeli, zemine iyice oturtup üzerine kuvvetli bir yapı inşa edilebilecek hale getirmişti. Bu yapının da ilk adımı, yazılarımızı okumak için tıkladığınız, işte bu Beyaz Mürekkep Edebiyat Bloğu Projesi’ydi.

Bu ifadeyi defalarca kullandım fakat usanmadan tekrar kullanacağım. Siz de bu sayede kendi aramızdaki bağın özünü iyice sindirmiş olursunuz. Yine bir gün kütüphanede otururken yazı yazmak üzerine birtakım düşüncelere dalmıştım ve kendimle ilgili şunu tespit etmiştim: Dergi sürecinde disiplinli bir yazı çalışması yaparken dergi faaliyeti dışında o kadar da disiplinli yazamıyordum. O an aklıma bu hususla alakalı güzel bir çözüm geldi. Amatörlük sürecinde bu disiplini kazanabilmek için dergi gibi bizi ateşleyecek bir unsura ihtiyacımız varsa o halde biz de -sermayesizlik ve teknoloji mobilitesine ayak uydurmak maksadıyla- yazılarımızı internette yayınlayalım, diye düşündüm. Bu fikrimi dört kalemdaşıma da sundum ve her biri büyük bir keyifle kabul ettiler. Çünkü onlar yazmaya tutkulu vizyoner insanlar.
Velhasıl, blok projemizi taslağa dönüştürüp altyapısını oluşturmaya başladığımızda çoktan mezun olmuştuk ve farklı farklı şehirlere dağılmıştık. İstanbul, Sivas, Hatay, Adıyaman ve hatta Endonezya.

Birbirimizden kilometrelerce uzaklıkta olsak da dergi çalışmalarımızdaki gibi aynı heyecanla işe koyulup blok sitemizi inşa etmeye başladık. Uygun tasarım, logo, premium özellikler için site içi satın alımlar, yayın düzeni ve yazılarımızın hazırlık süreçleri. Yukarıda zikrettiğim çalışma, çaba ve emeklerin aynısını sarf ediyorduk fakat bu sefer hazırlığımız daha profesyoneldi. Çünkü eserlerimizi insanlarla herkese açık bir platformda paylaşacaktık. Bu da haliyle beraberinde stres ve tedirginlik getiriyordu. “Ya yazdıklarımız beğenilmezse, ya linç yağmuruna tutulursak nasıl olur?” gibi sorular aklımızı kurcalıyordu. Ancak cesaret denilen şeyin korkuya rağmen hareket edebilme kabiliyeti olduğunu bildiğimiz için pes etmedik ve tam bir yıl önce Eylül 2021’de Beyaz Mürekkep Edebiyat Bloğunu kurduk. 4 Eylül günü ilk eserlerimizi yayınladık.
O günden bugüne her ay istikrarlı bir şekilde tam 44 eser yayınlandı. Burada nicelik önemli değil tabii. Esas mesele, sıfırdan, kendimize yazı yazabileceğimiz bir mecra oluşturmak ve bu mecra aracılığıyla insanların gönüllerine dokunabilmek, edebiyatın değiştirici ve birleştirici gücünü insanlara hissettirebilmek.
“Mürekkebin aktığı yerde kan durur.” ilkesine olan inancımız sayesinde kütüphane masalarında hissettiğimiz yazma aşkını aynen devam ettirerek bugün de kalemlerimizle dik bir şekilde ayakta duruyor ve zulmet seline karşı direniyoruz. Ömrümüz yettiğince de direneceğiz inşallah. Rabbimden dostluk ve kalemdaşlığımızın daimî olmasını temenni eder, kardeşlerim Tayyip Asar’ a, Tunahan Güder’ e, Şükrü Güngör’e ve Sinan Çalka’ ya ömür boyu maddi ve manevi muvaffakiyetler dilerim.
Kıymetli okurlarımız!
Bu yazımda sizlerle bloğumuzun yıl dönümü sevincini paylaşmanın yanı sıra bu ekibin nasıl kurulduğunu ve nasıl buralara gelindiğini elimden geldiğince paylaşmak istedim. Umarım yaşadığımız bu anılar aranızdan yazın hayatına adım atmak isteyenlere umut ve ilham kaynağı olur. Daha nice yıl dönümlerinde buluşmak dileğiyle…
Edebiyatla ve Beyaz Mürekkep’le kalın…
(7.9.2022, Hatay)