İnsanlık Meselesi / deneme

Adnan FARUK (İzmir, 2023)

“BEN BİR İNSANIM.”


Üç kelimeden oluşsa da, içinde derin manalar barındıran bu cümleyi söylemekten utanır olduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Sabahları kalktığımızda, henüz uykudaki bir bebeği öldürmek, bir hastaneyi yıkmak için namlusunun başına geçen insan görünümlü yaratıklarla aynı genetik kodları paylaşmanın verdiği iğrelti ile midemiz bulanırken; akşamları yumuşak yataklarımıza yattığımızda, savaş enkazı altında inleyen, üstünde titreyerek üşüyen bir “İNSAN” ile aynı türe ait olduğumuzu bilmenin utancı, mahcubiyeti ve üzüntüsü ile yoğruluyoruz. Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Savaş mağdurlarından bahsederken “müslüman, hristiyan, yahudi…” yahut herhangi bir milleti niteleyici ve belirtici bir kelime kullanmak yerine “İNSAN” sözcüğünü kullandım.


Ben bir Müslümanım fakat bu satırları müslüman olduğum için değil bir İNSAN olduğum için kaleme alıyorum. Ancak konuyu Arap sevdalısı olmak zanneden, deprem bölgesindeki insanlar kendisinden farklı bir siyasi partiye oy verdiği için “keşke hepiniz ölseydiniz” diyen ve ruhları ideolojik hastalık pençesine düşüp de bir kere bile bunun farkına varmayan zavallı ve mendebur bir güruhun dünya üzerindeki varlığı, kelimelerimi tefsir etme ihtiyacı hissettiriyor. Herkes için anlaşılır olsun ve zihinlerimizde bir ışık çaksın diye estetik zevk kaygısı gütmeksizin yazmaya gayret ediyorum. Çünkü dini fanatizmin ve taassubun insanlık tarihimizde açtığı derin yaralar hepimizce malum olmasına rağmen ders almak noktasında, insanları ötekileştirmek için sarf ettiğimiz kadar efor harcamıyoruz, harcayamıyoruz, harcamaya odaklandırılamıyoruz.


Kıymetli hocam Dr. Serkan Ekiz’in ifade şekliyle; hayatın anlamı nedir, bu dünyaya neden geldik, ölümden sonra ne olacak gibi sorulara sırf kendisinden daha farklı cevaplar veriyor diye umarsızca, hukuk-tanımaz bir şekilde ve insanlığı hiçe sayarak insanları öldürmeye dini ve milli bir pencereden bakmanın açıklanabilecek hiçbir makul tarafı yoktur. Bunun akla ve hukuka yatkın olmaması gibi işlenen savaş suçları nedeniyle dünyaya dair umutları söndürülen bireylerin yaşadıkları bu zalimane muameleye çeşitli sebeplerle sessiz kalmanın da akıl, mantık ve vicdanda yeri yoktur. İşte bu yüzden hukukun tanımı, üstünlüğü, insan ile olan ilişkisi ve insan hakları gibi kavramları anlamamız ve yaşamlarımıza işlememiz, bu tür olaylardaki perspektifimizi genişletmesi işlevi nedeniyle çok büyük bir önem arz etmektedir. Ben de bunları kalemimin özgürlüğü ve özgünlüğü ile kendi üslubumca anlatmak istiyorum. Bir hukuk öğrencisi, geleceğin hukukçu adayı ve bir yazar olarak meseleye insanî ve hukukî bakış açısıyla bakabilmeyi göstermeyi ve bunun önemini anlatmayı; özellikle de yazabiliyor olmam sebebiyle omuzlarıma yüklenmiş bir yük olarak hissediyorum.


İnsan ve hukuk penceresini inşa edebilmek için konuyu temelden ele almak gerekir. İnsan olmak, insan olarak doğmak, daha işin başında doğuştan sahip olduğumuz/olmamız gereken birtakım hakları (yaşama hakkı, maddi-manevi şahıs bütünlüğü hakkı, şeref, onur haysiyeti koruma vs.) bize bahşediyor. Bununla birlikte, insan olarak hayatta kalmak ve temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için toplum içinde yaşamaya gereksinim duyuyoruz. Toplum içinde yaşama ihtiyacı ise toplumsal düzeni, adaleti ve huzuru tesis edebilmek için belli kurallar koyma mecburiyetini beraberinde getiriyor. Tarih boyunca bu gaye için çeşitli norm türleriyle (ahlak, görgü, din kuralları vs.) sosyal düzenin sağlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Günümüzde geldiğimiz noktada, bu kurallar arasında en etkili ve objektif olanı ise hukuk kurallarıdır. Çünkü hukuk kuralları; her inanca eşit mesafede duran, öngörülebilir olan, eşitlik ve adalet dengesini makul ölçüde kurabilme potansiyeline sahip kurallar bütünüdür. Tabii, hayattaki birçok hususun mükemmel olamayacağı gerçeğinden hareketle, ideal (olması gereken) hukuk ile olan hukuk ayrımını belirtmek gerekir. Ancak burada esas nokta, mevcut olanla ideal arasında ne derece bağ kurulabildiği ve o ideale ne kadar yaklaşılabildiğidir. Bunu sağlayabilmek için gerek ulusal gerek uluslararası hukuku meydana getirirken evrensel nitelikteki hukukun genel ilkelerine, adalet ve hakkaniyet duygusuna ve insan haklarına bağlılın hem uygulamada hem de toplum mentalitesinde yerleşmiş olması gerekir. Bu bilinç düzeyi bizleri, hukukun herkesten ve her inançtan üstün olduğu ve uyuşmazlıkların çözümünde ihkak-ı hak yerine başvurulacak yegane mercii olduğu bir anlayış ve medeniyet seviyesine çıkaracaktır. Elbette bu husus, hukukî niteliğinin yanında eğitim ve sosyoloji alanlarıyla da ilişkilidir. Çünkü istediğimiz kadar hukuk sistemlerimizi ideal hale getirelim, yöneten ve yönetilenler bazında bu yönde toplumsal bir bilinç geliştirilemezse yapılan çaba istenen sonucu vermeyecektir.


Bugünlerde yaşadığımız acı olayların temelinde de bahsettiğimiz hususlardaki eksikliğin yattığını söylemek zor olmasa gerek. Yazının başında zikrettiğimiz gibi bu eksikliğin sebeplerinden biri de dini fanatizmdir.


Ortaçağ Avrupa’sındaki skolastik mentalitenin, üzerine modernite gömleği giyerek hala devam ettiği günümüzde, insan haklarına ve insanca yaşamaya sahip olabilmeyi tartışmak boğazımıza kurşundan bir düğüm atıyor. Sindirilemez duygularla içimiz kavruluyor. Tüm bunlara rağmen bir de yaşananlara seyirci kalmak, zulme karşı safını belli etmeye yanaşmamak ve bir şeyler yapmaya çalışanlara söz ve fiilleriyle engel olmaya çalışmak, aslında eleştirdiğimiz hukuk-tanımazlarla aynı zihniyete sahip olmaktır. Dolayısıyla, hadiselere dini ve milli bakış açısıyla değil hukuk ve insanlık cephesinden bakmanın, algılayışımızdaki sıhhat için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oluyoruz. Çünkü zulmün rengi, dini, dili ve ırkı yoktur. Zulüm, her yerde zulümdür. Bu sebeple, bugün zalimane bir şekilde öldürülen insanlar (yani Gazze halkı) için hissettiğimiz esef ve üzüntüyü, yarın başka bir ulus ve dine mensup olan mazlum insanlar için de hissedemiyorsak, eserin başından beri işlemeye çalıştığımız perspektifi geliştirememişiz demektir.


Ezcümle, mürekkebin aktığı yerde kan durur inancıyla kalemlere sıkı sıkı sarıldığımız bir vakitte evvela, zulmün pençesinde kıvranan Gazze halkının yaşadığı sıkıntı ve acıyı İNSAN olarak hissetmeye ve paylaşmaya çalışıyor, bu hukuksuz davranışların en kısa zamanda son bulmasını temenni ediyoruz. Yaşanan bu soykırım ve facianın müsebbibi olan ulus ve toplulukları hukuk, hakkaniyet ve hümanizm çizgisine gelmeleri çağrısıyla kınıyoruz. Nihaî olarak, olanlara sessiz kalıp görmezden gelmeyi tercih eden ve insanlığı bir kenara bırakarak dar kalıplara sıkışan İNSANLARI da hukuk ve insanlık penceresinden bakmaya davet ediyoruz.

Çocukların yüzünün güldüğü, saygı, huzur, umut dolu ve hukukla inşa edilmiş bir gelecek dileğiyle…

(19.10.23)