Tefsir-i Eş’ar – I / poetika

“Zaman Koridoru” Şiirinin Şerhi

Adnan FARUK (Hatay, 2022)

Yazıya başlamadan evvel şiiri okumanızı tavsiye ederim.

Şiir yazmak için elime kalem aldığımdan beri dokuz yıl geçti. Bu serüvene girizgah kısmında kısaca değinmiştim. Arada kısa bir fasıla olsa da hala yazıyorum. Yazma sancısı çektiğim zamanlarda dahi yazmayı bırakmıyorum. Bu, benim için bir şükür vesilesi. Şair bir kuzenimle bu konuya dair sohbet ederken çok güzel bir söz söylemişti:


“Ne zaman öleceğimizi, kaç tane mısramızın kaldığını bilmiyoruz. Bu yüzden yazma ihtimalimiz varken yazmıyor olmak sence de acı verici değil mi?”


Öyle bir noktadan vurmuştu ki, zaman zaman yazmanın sancısıyla düştüğümüz o tereddüt bataklığından çekip çıkarmıştı beni ve kalemimi. Bu yüzden bu yazının başına geçtim ve ne kadar mısram varsa cimrilik yapmadan kağıtlarla, kelimelere susamış gönüllerle son nefesime kadar paylaşmaya karar verdim.


Ama neden? Neden yazıyorum? Özellikle de şiire niye bu kadar ihtiyaç duyuyorum? Yazmazsam yaşayamaz, ölür müyüm? Su kadar aziz ve kıymetli bir şey mi benim için?


Prag doğumlu ünlü şair Rainer Maria Rilke’nin Franz Xaver Kappus’a yazdığı mektuplardan oluşan “Genç Şaire Mektuplar”¹ isimli kitabındaki ilk mektup, cevabı cesaret gerektiren bu soruların çengeliyle aklımı kağıtların bir köşesine asmıştı.
Gerçekten neden yazıyoruz?


Bir kafede kahvemi yudumlarken, sahilde bir bankta denizden eşsiz bir şarkı dinlerken yahut gecenin bir vakti paha biçilmez yalnızlığımla kendi ruhumu keşfederken bu soruları uzun uzun düşündüğümde içlerinden birine cevap vermek, diğerlerine göre nispeten daha kolay gibiydi. Gayet net ve içten gelen bir cevap: Evet, gerçekten yazmadan yapamam. Gerek insanlarla paylaşarak gerekse mısralarımı kendime saklayarak. Her iki şekilde de aslında kendime, özüme dönüyorum ve kendimle dertleşiyorum ki, bu vazgeçemeyeceğimi düşündüğüm bir şey. Yazma hasletinin ömür boyu elimden alındığını düşününce boğulur gibi oluyorum. Yazmadan geçecek bir hayatı düşünmek içimde idamlık soğuk bir ürpertiye sebep oluyor. “Nasıl yani yazmadan olur mu hiç?” diyorum kendime. Benim gibi ketum biri yazmadan, kağıtsız kalemsiz yaşayabilir mi, diye soruyorum. Bunun sebebini soracak olsanız onu cevaplayamam işte. Yani nereden geliyor bu bağ, nasıl kuruldu, ne zaman bu kadar derinleşti, inanın ben de tam olarak bilemiyorum. Fakat meseleyi bu kadar güzel yapan da aslında bu bence. Nedensiz sevmek. Seviyorum işte. Onsuz olmaz, bunu biliyorum sadece. Ve bu kadarı da yeter kanımca.


Hadi yazma meselesi anlaşılıyor da, peki neden şiir?


Bu poetikaya kadar bunu hiç düşünmedim. Yazma tutkumun içinde şiir kadar öykü ve deneme de var ve bu alanda yazdığım eserler mevcut. Ama niyeyse şiirle farklı bir bağ var aramızda. Liseden beri yazdığım için mi, içinde gizlenmesi kolay olduğu için mi yoksa sadece afilli bir şairlik personası için mi?


Belki hepsinden bir parça var ama üzerine etraflıca düşününce şiirde beni en çok çeken şeylerden biri, ifade gücündeki sınırsızlık ve yücelikle beraber içinde mutlak bir samimiyet barındırıyor olması. Çünkü gönüldeki doğallık ve samimi duygular mürekkebe karışmadan bir şiir vücuda gelemez. Gelir, ama onun sırf yazılmak için yazılmış bir şiir olduğunu bilirsiniz. İçiniz hisseder. Şiir önce gönül toprağında filizlenir, yeşerir ve olgunlaştığı zaman da eliniz kağıda ve kaleme gider. Hiç yaşanmadan, hissedilmeden bir şiir yazılabilir mi? İşte bu iş de, her sanat dalı gibi yoğun duygulardan beslenen bir dünyadır.


Benim nezdimde, bir şiiri okuduğunuzda her insanın hissedebileceği olağan duygu ve durumları, şairin kendi anlayışına göre farklı farklı ve tüm samimiyetlerini ortaya koyarak izah ediyor olmasından alınacak zevkin tarifi yok. Şair açısından şiirle meramını ifade etmek, bir yandan dertlerine çare olurken, diğer taraftan da okuyucuların duygularına ve gönüllerine hitap edebilme, onlarla bağ kurup bir olma imkanı sağlıyor. İşte şiirdeki bu esnekliğin ve içeriği itibariyle zengin bir potansiyel barındırıyor olmasının yanı sıra imgelerin içine gizlenebilme, kelimelerle inşa edilen bu dünyada karmakarışık bir labirentin en kuytu köşelerine saklanma imkanı, bu sanat dalına düşkünlüğümün asıl sebebi olsa gerek. Dolayısıyla konuşmakla arası pek iyi olmayan biri olarak içimi dökebilme ihtiyacımı yazmakla tatmin etme arzusu hayli doğal bir durum. Ayrıca bir kez imgelere sığınıp bu tadı aldığınızda bir daha bırakmak istemiyorsunuz. Yani en azından ben de böyle oldu. Zaman içerisinde, özellikle de bu eseri kaleme almaya başladıktan sonra anladım ki, şiiri en çok bu sebepten dolayı seviyorum. Hem hislerini özgürce paylaşıyorsun hem de kelimelerin arasına uzandığında istersen kimseye gözükmeyebiliyorsun. Sadece yazarken de değil. Bir şairin şiirini okuduğumda onun imgelerine gizlenişi çok meraklandırıyor beni. Acaba şair ne düşünüyordu bunu yazarken, kimi kastediyordu, kime/neye yazıyordu gibi sorular aklımda birbirini kovalıyor. İçinde barındırdığı bu gizlerle birlikte kelimelerin şaire has dizilimindeki harmoniden yayılan ritim, o özgün melodi, aklen şiire vakıf olamasanız dahi gönlünüzü ve ruhunuzu doyuruyor. Belki de şiir sevmeyen insanların kaçırdıkları nokta budur. Kelimelerin devrik devrik dizilişi, cümlelerin en beklenmedik yerlerinden koparılışı olarak gördükleri şiire bir de şairin gözünden bakmaya çalışıp o fonetiğe, o ritme kulak verseler belki şiire olan bakış açıları değişir. Evet, bazen bazı şairleri anlamak gerçekten zor oluyor. Ama anlamsanız bile şiiri okuduğunuzda yahut dinlediğinizde yüreğinizin derinliklerine işlediğini hissedebiliyorsunuz. Ancak belirtmek gerekir ki, bunun için gönül kulağınızı açmış olmalı, ruhunuza giden o yollardaki tıkanıklığı gidermiş olmalısınız. Ama zaten girizgahı aşıp bu satırlara gelmiş olmanız, o kulağı açtığınıza yahut açmış olmaya niyetli olduğunuza işarettir. O halde gelin, hep beraber “Zaman Koridoru” şiirinde bir anlam yolculuğuna çıkıp gönlümüzü şenlendirelim.


Bu şiiri kaleme aldığımda hayatımın şu ana kadar ki en yoğun ve zorlu sürecini yaşıyordum. İnsanın yaşamak istemediği bir şeye zorlanması yahut kendini ait hissetmediği bir yerde yaşamaya mecbur bırakılması mental sağlığını son derece olumsuz yönde etkileyen bir durumdur. O dönemde tam olarak bu hali deneyimliyordum. Üstüne üstlük kesinliği bulunmayan bir gönül işiyle meşguldü kalbim. Bu hengame, kendimi tanımadığımı anlamamla birleşince içinden çıkılmaz bir yolda, bir koridorda olduğumu hissetmeme neden olmuştu. Halbuki içinde bulunduğum o mekan ve o zaman dilimi son derece önemliydi. Bunu bilsem de artık içimde kopmuştu bir şeyler ve ben o önemi kaybetmiştim. Bu, onu değersiz kılmıyordu. Sorun bendeydi. İşte bu yüzden şiir şu mısralarla başladı:


önemini yitirdiğim bir zaman aralığındayım.


Bu değeri yitiren bendim ve bunun çeşitli sebepleri vardı ama yitirilmişti bir kere. Üzerine su dökülmüş sönük bir köz gibiydi. Devamında gelen mısralar, bu sınırlı zaman diliminin içimde meydana getirdiği bunaltı ve sıkışıklığı izah ediyordu:


dar bir koridor sanki, ıslak ve uzun.
sonuna kadar geldim fakat başından farksız
başı gibi puslu, yürüdükçe uzayıp daralan dipsiz bir kuyu.


Başlarken kafam ne kadar karışık ve önümü göremez bir haldeysem sonunda da aynıydım. Hatta daha kötüsü. Her şey anlamını yitiriyor, cevabı bulunmaz “neden”lerle boğuluyordum: Neden bu hayatı yaşıyoruz? Sonu belli olsa bile neden bir imtihana tâbi tutuluyoruz? Tüm bu çaba ve karmaşa niye? (Ki bu soruların daha somut bir tezahürü “Havf ve Reca” şiirimde kendini göstermektedir.)

Şiire buradan erişebilirsiniz.


Bu itikadî çalkantılarım ruhsal bir çöküntüye sürüklüyordu beni. Çünkü ben bir şeylere mecbur bırakılmayı hiç sevmeyen bir insanım. Bir şeyi yapacaksam onu sevmeliyim. Aksi halde herhangi bir iradenin beni zorluyor olmasına tahammül edemiyorum. Belki de ergenlik yıllarımı bu şekilde geçirmiş olmam, düşüncelerimi ve davranışlarımı tersi yönde etkilemiştir. Zira haddinden fazla baskının zararlı olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu zihnî buhranların içinde eriyen benliğimi, bir koridor tasviriyle anlatmak yerinde olur diye düşündüm. Belli bir zamanın varlığımızı kapladığı bir koridor. Islak ve uzun oluşu onun ne kadar rahatsız edici olduğuna delalet ediyor. Sürekli ıslak bir yerde kaldığınızı düşünün. Denize yahut havuza girmek gibi bir eğlence aktivitesinin dışında bu, pek de keyif verici bir durum değildir. Difüzyona uğrayan vücudunuz, artık kuru bir ortama geçmek için beyninize sinyal gönderecektir.


Bu ıslaklığın yanında uzun olarak nitelenmesi, hiç bitmeyecek gibi geliyor olmasından kaynaklanıyor. Şairin aklındaki resim, zihninizde biraz daha canlanmıştır diye ümit ediyorum: İstemediği bir şeyi yapmaya mecbur bırakıldığı ve benliğiyle savaştığı bir zaman aralığı, bir zaman koridoru. Ancak her şeye rağmen küçük de olsa bir ümit mevcut:


ilerideyse ince bir ışık hüzmesi söz konusu.


Ne kadar uzun olsa bile bu koridorun da tıpkı tüm mevcudat gibi bir sonu olduğuna ve o sonda erişilecek payeye dair küçücük bir ümit… Küçüklüğünü ışığın hüzme olarak gelişinden anlıyoruz. Tabiri caizse bu ortamda tutunduğu tek dalı, bu ışık kırıntıları.


Bu beş mısrada çizilen genel portrenin ardından şiir derinleşmeye başlıyor. Kısaca izah etmekte fayda var ki, her ne kadar bu konuda eleştiri alsam da şiirlerimi hep bu tarz ve gidişat üzere kuruyorum. Önce içinde bulunduğum durumun genel izahı ve tasviri. Ardından bu süreç içerisinde duyguların ne yönde evrildiği ve sonunda hangi noktaya gelindiği yer alıyor. Yani şiirlerimde bir A noktasından bir B noktasına giden ve bu yolculukta neler yaşandığını, hissedildiğini anlatan bir kurgu, olaylar ve durumlar bütünü mevcut. Şair şöyle diyor, “Ey okuyucu! Şu an belli olay ve duygular süzgecinden geçtiğim bir durumun içerisindeyim. Bu süreçte, şöyle şeyler yaşandı ve neticede geldiğimiz nokta, işte bu! Tüm bu yaşananlar hepimizin yaşama olasılığı olan olay ve durumlar. Ben de bunu kendi tarzımla şu şekilde ifade ediyorum.”


Benim için şiirde en önemli nokta, her bir insanın deneyimleyebileceği olası duyguları şairin kendi içindeki imge dünyasıyla harmanlayarak kağıda ve okuyucuya aktarmasıdır. Bu özgün ifade tarzıyla okuyana edebî ve estetik zevk verip kişinin hissettiği veya hissedebileceği ortak insan duygularını görerek kendini şiirde tekrar bulmasını, kendiyle yüzleşmesini ve tanışmıyor olsak da kelimelerle inşa edilmiş bir gönül bağı kurmayı amaçlıyorum. Bunu yaparken de yukarıda bahsettiğim A’dan B’ye giden kurguyu kullanıyorum ve bu da doğal olarak bir anlatıya sebep oluyor.
Bu konuda annemin memleketinden çok sevdiğim bir şair büyüğüm, şiirin anlatı şeklinde olmaması gerektiğini savunarak şiirlerime eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştı. Tabii, kendisinin sembolizmden etkilendiğini düşündüğüm için bu eleştiriyi olağan buluyorum. Ancak girizgahta anlattığımız gibi şiirin belli bir şekilde olması “gerektiğini” savunmak, onun özgürleştirici gücüne ket vurmaktır. Bir şairin şiir yazarken belli bir tarzı benimsemesi gayet normal ve beklenen bir durumdur. Fakat bir tarzı benimsemekle onun şiirde mutlaka olması gerektiğini savunmak arasında hayli fark vardır. Ezcümle, şiiri prangalara vurmayınız diyerek “Zaman Koridoru” nun derinleşen tasvirine geri dönelim:


duygularını kaybeden zamanın bu duvarları
soğukta kalan bir insan eli
ya da
bir diktatörün aklı kadar çatlaklarla dolu
ve her çatlakta kalıplaşmış bir rutubet kokusu
adım başı bulandırıyor mideleri.


Koridorun ürpertici görüntüsü çiziliyor bu dizelerde. Zaten ıslak, uzun ve karanlık olduğu ifade edilmişti. Göz ve his duygusunun ardından koklamaya da yer verilerek yaşanan ruh burkuntuları daha da somutlaştırılıyor. Zaman koridorunun duvarlarındaki çatlaklarsa, yolculuk esnasında karşılaşılan pürüzleri imgeliyor. O günlerde yönetimine maruz kaldığım birtakım dar görüşlü yöneticiler -ki bence diktatördüler- içinde bulunduğum zaman dilimini zehir ediyorlardı. Onların bu umarsız davranışlarının bende bıraktığı hisler mide bulantısından farksızdı. Kalıplaşan düşüncelerle ağır bir rutubet kokusunu andırıyordu.
Daha sonra şair bu somut görüntünün ardından etrafına bakıyor ve kendiyle beraber yürüyen insanlar görüyor:


pusulasız kalabalıklar var sağımda ve solumda
duvarlara aitmiş gibi durgun ve sessiz


Bu koridordaki kasvet, ruhsal bunalımlarla birleşince şair etrafına bakıp yalnızlığına çare olacak birilerini arıyor. Aslında etrafı dolu. Bir sürü insan var ama ona yardım edebilecek, mental çöküşünü anlayabilecek kimse yok. Kalabalık içinde yapayalnız. Çünkü bu insanlar pusulasızlar yani düşünme yetisinden mahrum bırakılmış kişiler. Bu yoksunluk, onları duvarlara, duvarlardaki çatlaklara bağımlı hale getiriyor. Fikrî mahrumiyet, insanların diline de kilit vuruyor aklına da. Ve koridorda sessizce ilerleyen bir güruha sebep oluyor:


fakat bu sessizlikte bir çığlık gizli kulakların duymadığı


İlerlerken çıt çıkmaması aslında hür düşüncenin bir haykırışıdır. Ancak esas mesele bu çığlıkları duyabilmekte. Zaten çok kolay olsaydı toplumdaki her insan kendi prangalarının farkına varır ve kendi içindeki istibdata karşı asil devrimini başlatabilirdi. Etrafınıza bakın. Toplumu dikkatle inceleyin. Yakınınızda yok mu böyle insanlar? Benliklerinin çalınmış olduğunun farkında olmayan koca bir insan yığını… Daha da kötüsü, farkında olmadıklarının da farkında olmayışları. Bu bilinçsizlikle neyi neden yaptığını bilmeyen, sadece söylenen direktifleri uygulayan, yorum ve düşünce gücünden yoksun, adeta pasiflora içmiş bir insan topluluğu görüyoruz hemen her yerde. Ve şair bu dalgınlığa, bu sessizliğe kulak kesiliyor ve o çığlığın yıkıcı etkisini gözler önüne seriyor:


etin tırnaktan ayrılması kadar keskin ve acı


Gayet açık ve net bir tasvir.


Zaman kavramı ve zamana dair betimlemeler yahut seslenişler, şiirlerimde ara sıra yer verdiğim bir imge türü. Tıpkı kalem gibi esrarına vakıf olamadığım ve beni kendine hayran bırakan bir olgu. Bu iki kavram üzerine Kur’an-ı Kerim’de yemin edilmesi, sırlarının büyüklüğünü ortaya koyuyor. Yukarıda şiirde gizlenmekten bahsetmiştik. İşte bu kelimeler içinde barındırdıkları giz sayesinde şiir içerisinde kullanılmaya son derece elverişli imgelerdir bana göre. “Zaman” kelimesini bu niyetle kullandığım ilk şiirimdeki bu dizeler, zamanın içinde yol alan bizlerin, duygulara göre şekillenen bir koridor resmi çizerken aynı anda bu “zamanın” ayrılmaz bir parçası olduğumuza vurgu yapıyor:


kum saatinde akan zerrelerden farkımız yok

Zaman bizden akıp gidiyor mu yoksa bizi peşinde mi sürüklüyor? Bir uçurtmanın saçakları gibi onun kuyruğuna takılmış parçalar mıyız yahut bizzat zamanın kendisi mi?
Sorular arttıkça anlaşılmazlığına olan düşkünlüğümüz de artıyor.


“Asra (zamana) yemin olsun ki…”²


Üzerine yemin edilen bir sır. Ve öyle bir sır saklı ki bu kavramda, soyutluğu ve somutluğu bir arada sunabiliyor. Elle tutup gözle göremediğimiz bir şeyken aynı zamanda içinde kendi varlığımızı sürdürebildiğimiz canlı bir mekan oluveriyor. Bu şiirin ilk mısralarını, kendi algılayışımda yaptığım bu keşifle, zamanın duygulara paralel olarak değişen bir mekan olabildiğini fark etmemle gelen ilham sayesinde yazdım. Ardından içimde birikmiş duygu yükü kağıda bir bir dökülüverdi. Ama şiirin tamamı ilhamla oluşmadı tabii. Büyük çoğunluğunu ilhamla yazarken akıl ve mantığımı ruhumla harmanlayarak kelimenin işçiliğini yaptığım yerler de oldu. Hemen her şiirimdeki yazma metodum bu şekildedir. Baştan sona ilhamla yazılan pek az şiirim var. Mesela “Ben ve Gece” şiiri. Ama o şiirde bile daha sonradan kelimeler üzerinde değişiklikler ve çalışmalar yaptım. Yani genel olarak şiirlerimdeki bazı mısralar ilhamla akarken bazıları ise tek tek kelimenin işçiliğini yaparak meydana geliyor. Tabii ki, bu yöntemlerin çeşidi kişiden kişiye göre değişir, tek bir metot olacak diye bir şey yok. Tarz meselesi. Örneğin yazının başında bahsettiğim şair kuzenim kendi şiirlerini yalnızca ilhamla yazar, üstüne çalışmaz. Kelimeler kalemden nasıl çıktılar ise o ilk hali üzere kalması gerektiğine inanır. Bense kelimelerin üzerinde çalışma taraftarıyım. Çünkü şiirde anlatılan duyguların yanı sıra harf ve kelimelerin oluşturacağı melodiyi, ritmi önemsiyorum.


Beyaz Mürekkep Edebiyat Bloğu’nda şiirlerimizi ses kaydıyla beraber yayınlıyoruz ve bu kayıtlarda fon müziği olmuyor. Nedeni ise bahsettiğim bu fonetik güce olan düşkünlüğümüz. Yani bir şiir eğer müzik olmadan da kendini dinletebiliyorsa, harflerin ve kelimelerin o ritmi insanı çekmeye yetiyorsa, işte o şiir olmuş demektir. Bu benim kendi şahsi görüşüm. Şiirlerimin inşasında bu düstur büyük önem arz ediyor. Bu sebeple de kelimelerin uyumunu, kulağa nasıl geldiklerini dikkate alarak şiir yazıyorum. Ancak bu, şiirlerimi ilhamsız yazıyorum anlamına gelmesin. Şiirin başlangıcı ve kurgusu, yoğunlaşan duygularımın doğada yahut toplumda dikkatimi çeken bir olayla birleşmesinden doğan ilhamla oluşuyor. Fakat ondan sonra şiire son noktayı koyana kadar -yer yer bir anda akan mısralar olsa da- kelime işçiliğinin ve yazmanın sancısı kaplıyor tüm benliğimi. Bu hem çok keyifli hem de çok acılı bir süreç. Hamilelik gibi. Şair olarak yüreğimizde taşıdığımız o canlı kanlı varlığı kalemimizden doğuruyoruz. Kalem sancısıyla beraber gelen doğum sevinci, bu işi son derece güzel ve çekici kılıyor. Çünkü salt hazdan ibaret olsaydı bir süre sonra sıkıcı bir hale bürünebilirdi. Gönlümüzde yaşadığımız duygusal dalgalanmalar ve yoğunlaşmaların kalemle hissedilen sancı ve sevinçle senkronize olması, yazma sürecini vazgeçilmez kılıyor. Biraz ilham, biraz işçilik ve o eserin meydana gelmesi için gereken baskı ve tutku. Bu bileşenleri, yaşananlarla yoğurup kağıda aktararak sizlerle konuşma imkanı buluyorum. Çünkü yazıp anlatmazsam sosyal mecburiyetlerle ağırlaşan ruhumun altında ezilecek gibi oluyorum:


öylece gidiyoruz ayağımızdaki beton ağırlıklarla


Kişinin kendini keşfetmesine engel olan toplumsal zorunluluklar, içinde yürümeye güç yetiremediğimiz koridorda ayağımıza takılmış bir yük gibi hareketimizi daha da zorlaştırıyor. Burada ağırlığın beton olması önemli. Çünkü beton insan yapımı olan beşerî bir malzemedir. İnsan yapımı olması sosyal mecburiyetleri simgeliyor. Pek tabii, burada “çelik” gibi başka bir beşerî malzeme de kullanılabilirdi. Ancak bu mısrada “beton” kelimesinin fonetik açıdan kulağa daha hoş geleceğini düşündüğümden bu tercihi yaptım.
Sonraki mısradaysa çizilen bu manzaranın, tıpkı “Korkunç Ivan” tablosunda olduğu gibi nihai ve özet olarak bir yansımasını görüyoruz:


yüzümüzde bitmişliğin taze bir başlangıcı var
akıllardaysa hep aynı soru: acaba dokunabilir miyiz o ışığa?


Koridorun sonundaki o ışık hüzmesi, hepimizin umutlarını bağladığı yegane ümit kaynağı. Fakat yine de bir tereddüt var: Acaba ona ulaşabilecek miyiz yoksa bizi sindiren bu duvardaki çatlaklarda mı kaybolacağız?
Bu sorgulama anı, şairde bir aydınlanmaya, daha doğrusu içe dönüşle gerçekleşen bir derinleşmeye vesile oluyor. O an esas fırtınanın şairin yüreğinde koptuğunu ayan beyan görüyoruz:


ancak gözlerimi açınca aydınlanıyor zaman ve mekan.
işte o an farkına varıyorum aklımın ve kalbimin.
asıl koridor ikisinin arasında sanki
zihninden bulanık, damardan ince, kandan sıcak
yürüsen yürünmeyecek kadar çamur ve bataklık
dursan durulmayacak kadar dar ve sığ


Gözleri açış, zikrettiğimiz gibi içe dönüşü anlatıyor. Ve şair bu farkındalık halinde gerçek koridorun kendi içinde, aklı ve kalbi arasında oluşan karmakarışık bir yapı olduğunu anlıyor. Dışında yaşadığı nispeten soyut olan zaman koridoru, içinde büsbütün somut bir hal alıyor.
Aklı, mantığını ve bilgilerini; kalbi ise inançlarını ve duygularını imgeliyor. Bu iki taraf arasında yaşadığı gel-gitler, oraya mı yoksa buraya mı gitmeliyim tereddütleri, her geçen saniye koridoru daha da katlanılmaz kılıyor:


aklım soruların yankılandığı bir sorgu odası,
kalbimse zamanı kollayan tiktaklı bir saat.
ve aralarında sırlı bir bağ saklı,
ince bir zaman koridoru gibi aklımdan kalbime uzanan.
bense o koridorda yürüyorum sormadan, konuşmadan, düşünmeden.
gözlerimde donuk bakışlar var ilerideki ışığa.
çünkü tek umut, tek mutluluk onda gizli.
akıllardaysa hala aynı soru: acaba dokunabilir miyiz o ışığa?


İşte şiirin son mısralarına ulaştık. Bu bölümde aslında her şey gayet açık bir biçimde verilmiş. Burada şairin yukarıda zikredilen zihnî bulanıklığa ve sorgulamalara boğulduğunu görüyoruz. Bu yorucu yükün ağırlığıyla kalbinin, zamanı kollayan tiktaklı bir saat olduğunu ifade ediyor. Her saat, gücü bittiğinde durur ve kalp saatinin de duracağı o an, mutlak ölüm anıdır. Kalbin bunu kolluyor olmasında ara sıra ölümün bu buhranlara çare olacağına dair bir beklenti yatıyor olabilir. Ama şair buna rağmen o koridorda yürümeye devam ediyor. Bütün çalkantılarına karşın o ışığa odaklanmaya, ona bel bağlamaya çalışıyor. Ancak bu umutvarî mücadelenin peşini bırakmayan bir tereddüt ve karamsarlık hali hakim. Şiirin genelinde görülen bu durum, mısraların başındaki her harfin küçük yazılmasıyla da destekleniyor. Yani şairin içinde bulunduğu bu hal, onu büyük harf yazamayacak kadar yormuş. Bu menfi duygular şiirin başındaki ifadeyi yeniden hatırlatıyor bize:


Başı da sonu da aynı olan dipsiz bir kuyu.
Şair bu ruh halinden kurtulabildi mi, sorusuna bu şiirle olumlu bir cevap vermek pek mümkün değil. Ancak bu hususa dair başka şiirlerde çeşitli ipuçları bulabileceğimiz kanaatindeyim.


Peki sizler zamanınızın neresindesiniz? Hangi koridorda ya da koridorlarda sıkışıp kaldınız? Bu sorulara vereceğiniz cevaplarla şiiri yeniden okumanızı ve orada kendinizi tekrar bulmanızı temenni ederim. Yeni şiirlerde buluşmak dileğiyle…

NOT: İkinci bölüm “Kuruyan Çiçek” şiiri üzerine olacaktır. Takipte kalın.


¹ Rilke, Rainer Maria. Genç Şaire Mektuplar. İstanbul, 2016.
² Sure-i Asr, Ayet 1.

(22.11.22, Lefke/Kıbrıs)